30 Nisan 2011 Cumartesi

P.M.S !!!

PMS dönemim tuttu yine...
Her ay aynı yoldan çıkışlık yaratır mı insan bünyesinde canım...
İlk gördüğüme kafa atma isteği...
Karşımda benden bihaber oturan,hayatımda ilk kez gördüğüm kadının saçlarını yolma isteği...
Çalışırken soru soran herkesin kafasına birşeyler fırlatma isteği...
Arayan herkesin yüzüne telefon kapatabilme potansiyeli...

Hele sevgilinin benden çektikleri...
Sen eskiden diye başlayan cümleler eşliğinde çıkarılan nadide kavgalar...
Yavrum, ilk zamanlar pek anlam veremiyor,baya baya da üzülüyordu tartıştığımızda...
Şimdiler de ise tamamen beni sallamamakta...
"Senin gene günün geldi heralde,bana sarmaya başladın" diyip,susup oturuyor...
Tahrik edici hiçbir cümleme cevap vermiyor,bildiğin deli muamelesi yapıyor...
Peki ben sakinleşiyor muyum...
Tabi ki hayır!
Belli ki çocuk kavga etmeyelim istiyor di mi...
Ama yoook ben bi kere huysuzlandım ya,illa ki çıkacak o çıngar...
Bıdı bıdı bıdı...
Anlamlı anlamsız ardarda dizilmiş yığınla cümle...
Canım benim bazen nasıl da sabırlı olabiliyor...
Tamam haklısın hayatım diyip,saçımı falan okşuyor...
Deli muamelesi vol.2...

Sus be kadın sus işte...

Ahh be bilog kardeşim...
İnsan eşekliğini bilip,yine de yapıyorsa aynı eşekliği ne denir ki ona...
Hele bi söyle...

Ha bi de...
Öyle kesseler acımaz halleri ki...
Her PMS dönemim de adama bir gider yapmalar...
"Amaaann bitsin canım"lar...
Sevgilisiz de yaparsın sen kızımmm,ne işin var adam kahrı çekiyosun diyen bir iç ses...
Bir gün başımı yakacak ya...
Bakalım ne zaman?

29 Nisan 2011 Cuma

Annem...


Annem;

Bugün senin doğum günün...
Varoluşunun bize hediye edildiği gün...
Eminim herkes çok sever annesini...
Bende herkes gibi kendimden bile çok seviyorum seni...
Seninle unutulmayacak hatıralar ile birlikte zaman zaman inişli çıkışlı uzun bir yol yürüdük...
Gencecik yaşında sahip olduğun kızınla birlikte büyüdün...
İkimizinde elbette hataları oldu birbirimize karşı...
Ama büyürken kim hata yapmaz ki...
Senin ilkgözağrın olmak dünyanın en güzel hissi...
Her ne kadar sen pek gösteremesende sevgini...
Öyle başkalarının annesi gibi süslü,allı pullu sözler söyleyemesende çocuklarına...
Şöyle mıncık mıncık sevemesende bizi...
Bilirim ki canını verirsin evlatların için...
Senden öyle çok şey öğrendim ki...
Ve pek belli edemesemde hala öyle çok şey öğreniyorum ki...
Konuşmayı,yürümeyi,yemek yemeyi,okumayı,yazmayı,sevgiyi saygıyı...
Ama en önemlisi...
Fedakarlığı öğrendim senden...
Bizim için ne çok hayalinden vazgeçtin kimbilir...
Kaç gece uykusuz kaldın...
4 harften oluşan kısacık bir sıfat gibi görünse de annelik...
İçinde barındırdığı anlamların kitaplara sığmayacak kadar çok olduğunu senden öğrendim...
Dürüst olmanın değerini senden öğrendim...
Yalan söylememe gerek olmadığını,ben her ne yaparsam yapayım,ne durumda olursam olayım...
Dünyanın en büyük suçunu da işlesem, arkadamda dimdik durduğunu görerek...
Dürüst olabilmeyi öğrendim...
Annelerin her yalanı anlayabileceğini öğrendim...
İnanmış gibi yapsan da,gerçeğin ne olduğunu her defasında bildiğini öğrendim...
Sen hayatta oldukça beni sarıp sarmalamaya hazır kollar olduğunu öğrendim...
Bazen beni çok kızdırsa da yasakların,kuralların; aslında hep beni korumaya çalıştığını öğrendim...
Gerçekten canımı yaktığımda,senin canını daha çok yaktığımı öğrendim...
Derdini paylaşabilen biri olamasamda,beni bıkıp usanmadan dinleyecek birinin hayatta var olduğunu öğrendim...
Benim mutluluğumun onun mutluluğu,mutsuzluğumun onun mutsuzluğu olan bir varlığın bana hediye edildiğini öğrendim...
Herşeyden önemlisi karşılıksız sevilmeyi öğrendim...
Sen olmasan ne yapardım bilmiyorum...
Her düştüğümde elimden tutup,kaldırmasan...

Sana layık bir evlat olmayı başaramasam da çoğu zaman...
Hayallerinin hiçbirini gerçekleştirememiş de olsam...
Elimden geldiğince  iyi evlat olmaya çalıştım sana...
İnan bana...
Ama bende böyleyim işte...

Hayatta ki en büyük pişmanlıklarım hep seninle ilgili...
Hani şu ergenlikte hırpaladığım için seni...
Ahh hiç unutmuyorum annecim...
Gözlerinde ki yaşlarla "ulaşamıyorum kızım sana" deyişini...
Keşke hiç üzmeseydim seni...
Bak annem uğruna seni kırdığım herkes çıktı gitti hayatımdan...
Bir tek sen kaldın...
Ve bir tek sen vardın...

Şimdi bugün 29 yaşına gelmişken ben,aramızda ki 20  yaş giderek kapanıyor sanki...
Birlikte büyüdüğün kızınıda büyütmeyi başardın belki de sonunda...
Canım annem...
Senin kıymetini bugün daha iyi anlıyorum...

Sana milyonlarca kez teşekkür ediyorum...
Beni sevmekten hiç vazgeçmediğin için...
Hep yanımda,yakınımda olduğun için...
Bazen önümde, bazen arkamda dimdik durabildiğin için...
Bütün sıkıntılarımdan çekip kurtardığın için...
Bana herkese nasip olmayan,huzurlu bir yuvada büyüme şansı verdiğin için...
Beni,kardeşimi,babamı bu kadar çok sevdiğin için...

İyi ki doğdun anneciğim...
İyi ki varsın...
Seni bu sayfalarda,en süslü kelimelerle bile anlatamayacağım kadar çok seviyorum...

Kızın...

28 Nisan 2011 Perşembe

Marjinal mi olunur? Marjinal mi doğulur?


Hani özellikle İstiklal caddesinde sıkça rastladığımız,özgün giyimli insanlar topluluğu vardır...Biz kendimizi normalden sayıp onlara hafif kınayarak bakarız...O ne biçim kıyafet öyle ya da o ne saç be bu saçla sokağa mı çıkılır canım diye kendimizce yorumlar yaparız...
Marjinal olmak uçlarda yaşamaktır...Kendi bildiğince,inandığınca...Alışılagelmişliğin karşısında dik durabilmektir...Cesaret ister...Yorucu ve yıpratıcıdır günümüz toplumunda...Nasıl bir aileden geldiğine bakmaz, kenar mahallelerden birinde de doğmuş olabilirsin, jet sosyeteye aitte olabileceğin gibi...Ama çoğunluktan farklısındır işte...Hem kendi çoğunluğundan hem toplumun çoğunluğundan...
Yalnızca giyim kuşamla olmaz elbette,yaşam biçimini doğrudan etkiler...Daha sorgulayıcı,daha radikal ve kesinlikle daha yaratıcı...
Bundan değil midir en yaratıcı sanatçıların,toplum çoğunluğundan farklı yaşamaları,farklı düşünmeleri,hayat biçimlerini içten içe kınarken ellerinden,beyinlerinden çıkan sanat eserlerini kıskanarak izlemez miyiz...

Ve bence sonradan marjinal olunmaz...Öyle doğulur...

Çevremde marjinal olarak tanımladığım bir kaç arkadaşım oldu...Bir tarafım zorlayıcı ve yıpratıcı  görürken hayat biçimlerini bir tarafım hep kıskanmıştır bu ayrıkı kişilikleri...Hep denemek istemişimdir dilediğimce giyinmeyi, dilediğimce yaşamayı ve belki de dilediğimce düşünmeyi...Özgürlük dediğiniz şey...Sizin yapabilirliklerinizle doğru orantılı...Çok baskıcı bir ailenin kızı haftada bir gün kız arkadaşlarıyla dışarı çıkabildiğinde kendini özgür hissederken, bir başkası için özgürlük tanımlamaları çantasını sırtına takıp Dünya turu yapmak olabiliyor...Kimimizin hayal bile edemediği kimimiz için baskıcı bile görünebiliyor...

Ben de çevrem itibari ile özgürlükleri kısıtlanmış bir kişiliğim işte...Her ne kadar dediğim gibi bir çok insana fazlaca özgür görünsemde...
Yalnız yaşamak,bekar 29 yaşında bir bayanın yalnız yaşayabilmesi oldukça özgür bir hareket elbette...
Kafama her estiğinde kimseden izin almadan dilediğim yere gidebilmek de oldukça özgür bir hareket...

Gibi görünse de...

Benim çevreminde baskılayıcı bir çok yanı var...Örneğin; şu an sahip olduğum herşeyi arkamda bırakıp,bir karavan alıp,karavanımla bağımsızca başka başka şehirlerde yaşamak gibi hayallerimin önünde dimdik duran bir ailem, dilediğim gibi giyinmemi engelleyen bir işim, ilişkilerimi dahi dilediğimce yaşamamı engelleyen bir toplum düzeni var...Ve ben bu baskılayıcı toplumsal gerekliliklerle başedebilecek kadar kararlı ve belki de marjinal değilim...

Şimdi bugün bana bu yazıyı yazdıran kişi...

Yazlıktan küçüklüğünden beri tanıdığım Nazlı...Benden bir yaş küçük...Benzer ailelere sahibiz, benzer şekillerde eğitim aldık,benzer sosyal çevrelere sahibiz...Ancak Nazlı küçük yaşlarından beri farklı...Düzene ayak uydurmak yerine kendi düzenini kurma çabasında...Elbette bu süreç kolay değildi onun için...Çok gençyaşında inişli çıkışlı günler geçirdi...Fakat farklılık ve farkındalık sonucu kendine hayatta çok güzel bir yer edindi...Belki onu İstiklal caddesinde görseniz siz de hal ve hareketlerini,giyim tarzını yadırgarsınız,alışılagelmiş bayan yürüyüşünde,giyiminde kuşamında değil elbette...Ama sanatçı kimliği,yaratıcı kimliği ile tanıdığınızda hayran olunası bir başarı...

Henüz 27 yaşında ve moda tasarımcısı...Tekstilci bir ailenin kızı...Deri üzerine harika tasarımlar gerçekleştirmiş ve belki 20 yıllık bir firmayı bugün Türkiyenin en prestijli mağazalarında satılır, en prestijli moda dergilerinde yayımlanır hale getirmiş...Hayran olmamak,saygı duymamak imkansız...Tasarımlarını incelediğimde marjinal,kalıpların dışında çizgiler görmek,en iddialı renkler ve en uç kesimler görmek şaşırtmadı beni...

Çünkü...

Nazlı sonradan marjinal olmadı...Nazlı ben onu bildim bileli marjinaldi...

27 Nisan 2011 Çarşamba

Aşk mı Mantık mı?

Şimdi düşünün hayatınız boyunca aradığınız ruh eşinizi buldunuz...Daha önce kimseye hissetmediğiniz kadar aşıksınız...Birlikte yaptığınız herşeyden sonsuz keyif alıyorsunuz...Siz gerçekten bir elmanın iki yarısısınız...
Benzer ailelere sahip, benzer şekillerde büyümüş, aykırı hiçbir durum yok aranızda...Ailesini kendi aileniz kadar sevmiş,benimsemişsiniz...Sizin ailenizde en az sizin kadar seviyor onu...
Nerdeyse 2 yıldır hergününüz birlikte geçmiş ve bu 730 gün boyunca tek bir defa bile yanındayken sıkılmamış, başka bir yerde olma ihtiyacı hissetmemişsiniz...Mutlaka sohbet edecek birşeyler bulabilmiş,iki kişide bir sürü oyunlar oynayabilmişsiniz , birlikte olduğunuz her anı büyük bir huzur ve mutlulukla geçirebilmişsiniz...Aynı zamanda çok sosyal bir ilişki yaratabilmiş...İkinizin arkadaşlarıyla da çok dengeli ilişkiler kurabilmiş...Herkesin sevdiği bir çift haline gelmişsiniz...
Yaşınız uygun...
Boyunuz uygun...
İnançlarınız uygun...
Hobileriniz uygun...
Nefret ettikleriniz uygun...
Yemek zevkleriniz uygun...O senin yemeklerini seviyor,sen de ona yemek yapmıyı seviyorsun...
Bazen hiç konuşmadan anlaşıp,gülüşebiliyorsun...
Hayatında ilk defa kendini birine ait hissedebiliyorsun...
Ve bu aranızdaki büyü yaşadığınız yüzlerce sıkıntılı dönemlerde dahi hiç bozulmamış...
Amaaaa...
Her masalda,hikayede ve yaşamda olduğu gibi...
İçinde bir ama taşıyor vazgeçilmez aşkınız...
Yeni dünya düzeninde piramitin en üstünde kendine yer edinmiş olan maddiyat kavramı...
Sizin piramitinizde en altta bulunsa da,yadsınamaz bir gerçek var ki para yoksa hayat yok...
Şimdi tekrar düşünün o çok sevdiğiniz adam ticaret yapıyor...
Hemde tekstilci...
Ülkemizde şu an en çok kan ağlayan sektör...
Beş yıl öncesine kadar çok büyük bir tekstil firması sahibi iken,dolandırılma sonucu iflas ediyor...
Mali olarak çok büyük bir yıkıntıya uğruyor...
Şimdi sevdiğiniz toparlanma çabalarında ancak maalesef pek başarılı olamıyor...
O iş yerinden hem sizinle kuracağı yuvayı hemde ailesinin yuvasını geçindirmekle mükellef...
Dönem dönem iyi kazanıyor ancak stabil bir gelir elde edemiyor...
Askerliğini hala yapmamış...
Artık 30'lu yaşlarınıza gelmişsiniz...
En kısa zamanda anne olmak istiyorsunuz...
Alışmış olduğunuz bir hayat standartı var,çocukluğunuzdan beri hiç maddi sıkıntı yaşamamışsınız...
Aslında ilişkiniz süresince de çalıştığınız için yine herhangi bir maddi sıkıntı yaşamamışsınız...
Hiçbirşeyden geri kalmamış,isteyip yapamadığınız hiçbirşey olmamış...
Ama siz artık evlenip,anne olup,çalışma hayatınıza bir son verme amacındasınız...
Ve ayrıca...
Bir defa hata yapmış olmanın verdiği suçluluk nedeniyle ikinci hataya yer yok hayatınızda...

Aşk der ki kulağınıza; İnan ona,tut elini çık onunla o yola,siz elele oldukça tüm sıkıntıları aşacaksınız sonunda...
Mantık der ki kulağınıza; İki yıldır düzelmeyen bu işler,bundan sonra da toparlanmaz...Ve eğer toparlanmazsa paranın olmadığı yerde aşk da kalmaz... 

Şimdi a dostlar sorarım size...

Aşk mı kazanmalı bu ilişki de...

26 Nisan 2011 Salı

Böyledir işte öğrencinin tatili...

Şöyle bol güneşli sıcacık günleri özlemekteyim fena halde...
Bu puslu bulutlu ve ıslak günlere tahammülüm kalmadı gerçekten...
Tiril Tiril elbiselerimi giyip kendimi çayıra çimene atmak istiyorum...
Papatyalar toplamak...
Seviyor sevmiyor yapmak...
Cumhuriyet köye gidip ata binmek...
Çimlerin üzerinde voleybol,ortada sıçan,tavla,tabu falan oynamak istiyorum...
Elbiselerimden çamur lekesi yerine çim lekesi temizlemek hatta...

Polonezköyde kendim pişirip kendim yemek...
Adada midye yiyip bira içmek...
Bisikletle kanter içinde kalana dek büyük tur yapmak...
Kah bisiklete kendimi taşıtıp, kah ben onu taşıyarak...
Sonra manava gidip binbir çeşit meyve almak istiyorum...
Kirazlar,erikler,şeftaliler,çilekler...
Heryer rengarenk
Gecenin sıcağında buz gibi karpuz yemek...

Yaz mevsiminin getirdiği bitmek bilmez enerjiyi damarlarımda hissetmek...

Yaz mevsimi bana hep öğrencilik yıllarımda hissettiğim o sonsuz özgürlük hissiyatı verir,ve o bitmek bilmez enerjiyi içime enjekte eder adeta...Sabahları gözümü kamaştıran güneş ışığıyla uyanmak başlıbaşına bir mutluluk sebebidir benim için...
Üniversite yıllarında yaz başladı mı artık finallerimizi bitirip,hakkıyla kazandığımız o rehavet duygusu sonucu,cebimizdeki üç beş kuruşla kendimizi Erdek'e atardık hepbirlikte...Üniversite yıllarında senin paran benim param olmaz öğrenciler arasında,birimizin harçlığı hepimizindir,ve birimizin aldığı hepimizindir...O paylaşma duygusunu hayatımın başka hiçbir döneminde öylesine tatmin edici yaşamadım.Herkes cebindeki bütün parasını kasaya teslim eder,bir lira koyanda yüz lira koyanda aynı yemekleri yer aynı yerlerde yatardı...Öylesine samimi işte...
Cebimizdeki parayla ya minibüs kiralayıp ya otobüse atlayıp atardık kendimizi Erdek'e...Erdek'te kiralanan evler vardır bilirsiniz mutlaka...Apart otel mantığıyla...Üç kişi gider otogarda evi ayarlar ve o evde bazen 10 bazen 25 kişi kalırdık...Balık istifi...
Gider peynir,salam,domates,salatalık ve onlarca ekmek alır,kaldığımız günlerce sabah öğlen akşam sandviç yerdik...Geceleri oldu mu herkes kendine bir yer bulur sızardı kimi yerlerde havlu üzerinde,kimi iki kişilik yatakta beş kişi kıpırdamadan...
Ama öylesine eğlenirdik ki...Öylesine huzur doluyduk ki...Dünya yansa vız gelir...Öylesine umursamaz... Öylesine bencil...Ve öylesine bohem...
Paramız suyunu çekmeye başlayınca dönüş yolu masrafımızı ayırır ilk olarak evden feragat eder,yemek stoklarımız bitinceye kadar sahilde yatardık...Havlularımızı çarşaf ,çantalarımızı yastık yapardık...Erkekler dönüşümlü nöbet tutardı sabaha kadar...Başımıza bi iş gelmesin diye...Tüm enerjimizi harcayıp, gülmeye, eğlenmeye, denize, kuma, güneşe doyduktan sonra geldiğimiz gibi hepbirlikte düşerdik Bursa yollarına...
Üniversite'den sonra öyle çok tatillere gittim, Bodrum, Datça, Asos, Marmaris, Antalya ve hepsinde en iyi tatil köylerinde kaldım U.H.D olanlardan,tıka basa yedim,en konforlu odalarda yattım, Jetski'sinden Banana'sına hepsini yaptım...
Ama üç beş kuruşla sokaklarda yerlerde yattığım üç öğün salam ekmek yediğim o Erdek tatillerinin keyfinin kıyısından geçemedim...

Eski dostlar işte bugün yine böylesine bir sebeble hepinizi teker teker yad ettim...

D.D.Y

22 Nisan 2011 Cuma

Duyular Mim'i


Ohh bloglarımıza tam anlamıyla kavuştuk ya sonunda...
Eski geleneklerimiz başladı yine...
Çok seviyorum ben bu mim etkinliklerini...

Hele de kendimizi anlatmamızı sağlayanları...
İnsanoğlu garip bir haz duyuyor sanki kendini anlatırken...
Bazen anlaşılamamaktan şikayet etsekte...
Vazgeçemiyoruz...
Ben ile başlayan cümlelerden...

Blogların kapalı olduğu dönemde eksikliğini en çok hissettiğim blog arkadaşım deep'ciğim mimlemiş beni...Beni her zaman olduğu gibi unutmadığı için kendisine çok teşekkür ederek...

Fazla gevezelik yapmadan cevaplayalım bakalım mimimizin sorularını...

En sevdiğin 3 görsel ?

* Bir kup çikolatalı dondurma üzerinde çilekler,tabi ki bol krema ve çikolata sosu eşliğinde...
* Salacak sahilinden İstanbul'u izlemek...Büyüleyici...
* Ege kıyılarının sıcacık havasında sonsuz mavi ve yeşile doymak...

 En sevdiğin 3 ses ?

* Çello kesinlikle...
* Klarnet birde...
* Sahilde uzanmışken şezlong'a kitabımı okurken,dalgaların sakin sakin kıyıya vuran sesleri...

En sevdiğin 3 koku?

* Çikolata kokusu
* Her türlü deterjan kokusu
* Ve elbette sevdiklerimin kokusu...

En sevdiğin 3 his ?

* Sevdiklerime sarıldığımdaki tarifsiz huzur ve şükran  hissi...
* Gece tek başıma,güzel bir müzik eşliğinde araba kullanırken hissettiğim özgürlük ve yalınlık hissi...
* Sevgiliyle aynı da gözlerimizin içi gülerken,göz göze geldiğimiz anda ,bu adama aşığım ben hissi...

Ve benim mimlediklerim =))

CYK
tink
ribellee
emel

21 Nisan 2011 Perşembe

! To Do List !

O kadar çok birikti ki yapılacak işlerim...
"must" larım ve "have to"larım...
Bir liste çıkarayım da not düşeyim dedim...
Bloguma...
İleride döner de bakarım belki diye...
Bir zamanlar neler yapmalı ve yapmak zorundaymışım...
Şimdi neler diye kıyaslarım...
Kim bilir?

Koyu renkli çamaşırları yıkamalıyım acilen...
Giyinme odasını toparlamalı...
Giyilmeyenleri ayırmalı,
Verilecekleri ve atılacakları ayıklamalıyım...
Evde birikmiş 23 adet dvd'i izlemeliyim,dizilerden yakamı kurtarmalı...
Şu rejim işine iyice asılmalıyım...
Her akşam koşu bandında en azından 40 dk.yürümeli...
Arkasından en azından biraz mekik çekmeliyim...
Anneanneme gitmeliyim...
Halamı ziyaret etmeliyim...
Masrafları biraz kısmalı,keseyi rahatlatmalıyım...
İlaçları düzenli kullanıp,sinüzit illetinden kurtulmalıyım...
Mart ayı kapanışlarını yapmalı,ara bilanço,gelir tablosu vs. çıkarmalıyım...
Demirbaş sayımı yaptırmalıyım...
Cari hesap mutabakatı yapmalıyım...

Kısacası şöyle bir silkinip,hareket etmeye başlamalıyım =))

19 Nisan 2011 Salı

kendini affettirmeye çalışan çennebazz...


Sevgili blog...
Yokum bir süredir...
İhmal ettim seni haklısın...
Ama zaman öyle hızlı geçiyor ki...
Ve şu bahar yorgunluğuda binince omuzlara...
Yapılacaklar listesi uzayıp gidiyor...
Ancak...
Bunları yapacak çennebazz kişisi...
Her sabah işe gelip,
Bütün gün işte tembellik yapıp...
Akşam eve dönünce kendini oturduğu koltuktan yatmak için kaldırınca sadece...
Listeye yeni yapılacaklar eklenip,üzerlerine bir çizgi bile atmadan uzayıp gidiyor liste...

Ne mi yaptım günlerdir...
Hiç...
Hani o rejime başlama halleride ancak iki gün sürebildi...
Çikolatasız hayat bana haram bunu anlamış oldum tekrar...

Sevgilinin dalga geçmelerine maruz kalmaktayım sırf şu çikolata sevdam yüzünden...
E haksız da sayılmaz bütün gün aç bilaç dolaşıp...
Akşam yemeklerinde kendimi ota bulayıp...
Yemekten sonra tv izlerken...
Açarsan bir paket milka...
Adam az bile söylüyor sana...

Sevgili demişken bi de...
Not düşmek gerekir bu yere...

Sevgilinin doğum günüydü 17 nisan...
Günler öncesinden başladı elbet hazırlıklar...
Nerede kutlasak kimleri çağırsak ne hediye alsak ne giysek ne taksak ne yapsak ne yapsak...
Keyifli geçti dostlarla...
Fasıl yaptık...
Sonrasında sabahın ilk ışıklarına kadar muhabbet...

Yaşlanmışız onu anladık...
Sanki ben değildim Taksim'de sabah saatlerinde bardan çıkıp direk işe giden...
Toplamda 52 saat hiç uyumadan ortalıkta dolanan...
Ayağımda topuklarla saatlerce hoplayıp zıplayan...

Sabah saatlerine kadar uzanan cumartesi gecesinin ardından,herbirlikte yarın bişeyler yapalım diyen biz gecelerin gençliği, pazar günü sessiz soluksuz evlerde inzivaya çekildik resmen...
Kimimizin midesi bozuldu,kimimiz ayaklarındaki su torbacıklarıyla yürümek eyleminden yoksun kaldı,kimimiz akşama kadar uyuyakaldı...

Neticede zamanın hızlı gençleri...
Neye uğradıklarını şaşırdı...

Bir doğum günü kutlamasını alnımın akıyla atlattım rahatım...
Şimdi 1 haziranda...
Sıra onda =)))

7 Nisan 2011 Perşembe

Acı yok!Acı yok!

Sevgili blog...
Yaz gelmeye başladıkça ayna karşısında geçirdiğim süreler artar oldu...
Ama boy aynası elbette...
Sağa dönüyorum sola dönüyorum...
Kendime şöyle bir bakıyorum...
Allah'ım diyorum bu kiloları ne ara aldım ben...

Sonra koca kış film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden...

Her sabah kalk taksiyle işe git yürüdüğün mesafe yalnızca 2 mt.
Koltuğuna otur...
Kahvaltı etmeye üşendiğin için hemen üç beş tane brownie intense ye...
Oturmaya devam et...
Bir iki saat sonra şöyle kazınmaya başlasın miden...
Bir paket çilekli milka ye...
Oturmaya devam elbette...
Öğlen yemeyi yeme nede olsa bir sürü çikolata yedin...
Oturmaya devam...
E mide yine başladı kazınmaya e bir paket negro ye sütle birlikte...
Akşam 7'ye kadar otur arada bir kalkarsan eğer yürüme mesafesi 5 mt'i geçmesin...
Aman diyim yorulursun...
Akşam 7'de taksi çağır eve git...
Yemek yapmaya başla...
E saat 9 oldu...
9'da makarna tavuk ye...
Koltuğuna oturmuş tv izlerken elbette...
Gece uzun daha de hemen bir dvd izle...
Yanında patlamış mısır,çikolata ve cipsle...
Sonra yat uyu...

Koskoca bir kış böyle geçerse eğer...
O kiloları almak farz olur elbette...

Hadi bakalım şimdi babamın tabiriyle...
Yediğim hurmaların gün gelip beni tırmaladığı günlerdeyim...
Sıkı bir rejim...
Günde 2lt.su...
Akşamları kan ter içinde kalana dek...
Koşu bandı...
Sonra ağlayana dek mekik...

Hakettin bunu sen...
Acı yok!Acı yok!

6 Nisan 2011 Çarşamba

büyürken...vol.1

İnsan büyüdükçe kendine korunma mekanizması geliştirmekte, yaşadığı zorluklar sıkıntılar karşısında...
Bende artık yavaş yavaş büyüdüğümü farkediyorum...
Özellikle başa çıkmaya çalıştığım sıkıntılar doğrultusunda...
Ben çocukluğumdan beri hiçbirşey için uzun süre üzülebilinen biri olmadım...
Yas tutmak karakter özelliklerim arasında olmadı hiç...
Enteresan bir şekilde üzüntüleri hızlıca görmezden gelme yetisi geliştirdirm kendime...
Olmadığını varsaymak, kabullenmemek gibi bir durum oluştu...
Konuyla ya da olayla ilgili hiçbir şey düşünmemekle başlıyor bu süreç...
İlgim başbaşka konulara kişilere kayıyor o dönemde...
Yaşadığım durum ya da beni üzen kişi aniden hayatımın dışında kalıveriyor...

Bu reddediş bir çok dönem işe yarasa da bazı sıkıntılara elbette merhem olamıyor...
Hep bahsettiğim babamın hastalığı gibi...
O dönemde de inkar ediş,kabullenmeme süreci yaşandı elbette...
Bu nedenden ötürü bir yıl kadar hiç gözyaşı dökmedim...
Ama işte bazı dertler ve sıkıntılar vardır ki onlar görmezden gelsenizde aslında hep ordadır, ve giderek büyüyerek kendini size gösterebilme çabasındadır...
Onları hayatımın merkezi yapmaktansa, bağışıklığımın zayıfladığı anlarda karşıma alıp mücadele etmek daha kabullenilir görünüyor gözüme...
Ve hayat benim hayatım...
Sıkıntı benim sıkıntım ,ise bu tercihi yapmak ve bu doğrultuda yaşamakta en büyük hakkım olmalı...

Ama işte...

Türkiye'de yaşamak bazen gerçekten zor olabiliyor insan için...

Çünkü bu ülke topraklarında büyüyüp,yetişen insanlar başkalarının hayatı hakkında pervasızca yorum yapabilme hakkını sahip görüyorlar kendilerinde...
Hemde kendi yaşadıkları hayatlara aldırış etmeden...
Sanki herkes pirüpak bir hayat yaşarmışcasına başkalarının hayatına ağız burun kıvırarak tenkitler yağdırabilme hakkını görüyor kendinde...
Babamın hastalığı sürecinde yalnızca bir defa geçmiş olsun dileklerinde bulunan insanlar bizlerin facebookdaki resimleri hakkında ileri geri bir sürü laf etmişlerdi...
Babaları hasta,çocukları ellerinde biralarla resimler çektiriyor diye...
Babamın hastalığı sürecinde hayatıma giren sevgilimle ilgili olarak, babası hasta kızı nelerin peşinde gibi bir sürü ağıza alınmayacak mantığa sığmayacak laflar sözler işittik...
Ve bu lafları eden insanların hayatlarına baktığınızda da karısını defalarca aldatmış, çocuklarına o süreçte bir kuruş para vermemiş, kendi anasına babasına bir hayrı dokunmamış,yıllarca onlardan geçinmiş insanlar...

Türkiye'de kadınlar için boşanma süreci de işte bunun için böylesine çetrefil halini alıyor...İstediğin kadar aykırı yaklaşmışda olsan topluma...Seni mutlaka bir süre, taa ki canına tak edinceye kadar, yaşadığın o işkenceye dönüşmüş evliliği devam ettirmeye zorluyor ... Kendini düşünmesende başedebileceğine emin de olsan...Ailen,büyüklerin sevdiklerin geçiyor gözünün önünden...Her cesaretini topladığında toplum elele tutuşup seni sarıp sarmalıyor...

Beş yıldır yaşadığım ardı arkası kesilmez sıkıntılar sonucu...

Daha fazla düşünür oldum sanırım...
Eskiden üzerinde kafa yormadığım kişiliğimle,kendimle çevremle ve bu toplumla ilgili yaşanmışlıkları...
İnsanoğlu hergeçen gün daha yakından tanıyor kendini ve çevresini...

Yapabileceklerini ve yapamayacaklarını...
Yapacaklarını ve asla yapmaması gerekenlerin ayrımına varabilir oluyor...
Kazandığı her bir deneyim ve kaybettiği her bir hayat dersi...
Sonunda karakter özelliklerini oluşturuyor...

İnsan değiştiğini en iyi kendi kendine konuşurken anlıyor...

4 Nisan 2011 Pazartesi

...sinüzit sorunsalı...


Sevgili blog...
Senin bu şapşal yazarın sinüzit sorunsalı ile uğraşmakta...
Kafasının sol bölgesindeki tüm uzuvları şiddetle ağrımakta...
Sanki sağ ve sol kafa ayrı bedene aitmiş gibi...
Sağ tarafım durumdan bi haber şekilde normal hayatına devam etmekteyken...
Sol tarafımda gözüm,kulağım,bademciğim,dişlerim ve hatta burnum korkunç bir şekilde ağrımakta...
Kafamı aşağı doğru eğmek gibi bir gaflete düştüğümde ise...
Beynim kafatasımı parçalamaya çabalamakta...

Dün gece bir gram uyku uyuyamadım be blog...
Bitap düştüğüm anlarda rüyamda bile ağrılarla mücadele halindeydim...

Ben bu sinüzit illetinden 5 yıl önce ameliyat olma suretiyle kurtulmuştum halbuki...
O zaman doktorum demişti ama ne yaparsan yap 5 bilemedin 6 sene sonra bu hastalık tekrarlayacak diye...

Bu kadar da dakik olunur mu  canım...