31 Aralık 2010 Cuma

...mutlu yıllar...

Güzel olsun 2011...
hepimize tüm insanlara...
Ne diliyorsak gönülden , hemencecik getiriversin bize...
Bolca huzurlu olsun...
Ve tabi ki çokca sağlıklı...
Koca bir yıl hep gülen gözlerle başlayalım sabahlara...
Ve gülen gözlerimizi yumalım uykuya...
Gerek yok öyle fazlaca paraya...
Kimselere muhtaç olmadan,aklımız alamadıklarımızda kalmadan...
Hepimize, tüm insanlığa yettiğince bolluk bereket getirsin yeni yıl...
Daha adaletli daha vicdanlı günler getirsin...
Sevdiklerimizle birlikte sağlıkla huzurla bereketle dolu mutlu bir yıl olsun 2011...

30 Aralık 2010 Perşembe

...yılbaşı mı hani nereedee...


Şöyle içimden cingıl bells falan söylemem gerekmiyor mu benim bu günlerde...
Hani yüzümdeki o anlamsız gülümseme...
Ama her yıl böyle olurdu...
Her yıl içimi kaplayan anlamsız bir sevinç,yılbaşı gecesine ait binbir planlar...
Yapılacaklar edilecekler alınacak uzayıp giden listeler...

Ama bu yıl enteresan...

Bugün perşembe yarın yılbaşı gecesi ve bizim hala bir planımız bile yok...
En keyifli eğlenceler plansız olanlardır diye mi düşünüp hala el el üstünde oturuyorum bilinmez...
Ama bu yıl ağacımı bile süslemediğime göre var bi değişiklik...

Hayrola...

Daha şundan bi kaç yıl öncesine kadar annemler biz evde kutlamayı düşünüyoruz bu yıl dediklerinde,
onlara üzülen ve anlam veremeyen ben değil miydim...
Yılbaşı gecesi evde mi oturulur şekerim nidaları atan ben değil miydim...

En afilli elbiselerini giyip,en yüksek topuklularını çekip...
Çılgın partilere giden ben değil miydim...

Peki şimdi ne oldu da bu yıl...

"Aman yılbaşı gecesi dışarıda olmuyor canım!"lar...
"Çok kalabalık oluyor artık kafam kaldırmıyor"lar...
"Ayy! hiç öyle topuklu tepelerinde zıplayamayacağım"lar...
"Aman evde şarap keyfi daha cazip geliyor"lar...
"Açarım dvd'den bir fasıl havası içerim sevgiliyle başbaşa,kimse değmesin keyfime"ler
"Ağacı kurması keyiflide onu kim toparlayacak"lar...

Bu cümleler benim ağzımdan mı çıkıyor (lar) yoksa kulaklarım mı yanlış duyuyor(lar)

Lütfen biri bana yaşlanmıyorsun desin...
Aynı enerji...
Aynı çılgın partileri...
Bangır bangır müzikleri...
En afilli elbiseleri...
En topuklu cicileri...
O beden bir gün geri isteyecek desin...

Bu durum sadece geçici desin,2011 e özel desin,bak bizde aynı böyleyiz desin,İstanbul bile bu sene daha az coşkulu desin,korkma hepsi geçecek desin =))

Lütfen biri beni sakinleştirsinnnnnn =))

D.D.Y

29 Aralık 2010 Çarşamba

..meli...malı...


İlişkiler...
O kadar çok şey var ki üzerine anlatılacak...
Her bedende bir deneyim her ruhta bir izlenim...
Ama bence...

Seviyorsan eğer kalıpsız sevmelisin...
Her yeni sevgide yeniden şekillenmelisin...
Bir önceki sevgide aradıklarını aramak yerine yeni bulduklarına sevinmelisin...
Kuşkularından arınmalı...
Kuşkusuz sevmelisin...
Cümlelerin içindeki gizli anlamları aramak yerine gözlerin içindeki gerçek anlamları bulabilmelisin...
Başkalarını kıskanmak yerine,ne kadar şanslı olduğunu hissetmelisin...
Eğer gerçekten seviliyorsan...
Ardında bıraktıklarını unutup, dibine kadar tutunmalısın...
Egolarından arınmalısın...
Daha az benden ,daha çok bizden bahsetmelisin...
Ne onu ne kendini değiştirmeye çalışıp,orta yolu bulmalısın...
Aşkı bir kapan haline dönüştürmektense,kapıları sonuna kadar açık bırakmalısın...
Birlikte yapabildiklerinden zevk almalı,yokluğunu hissetmelisin...
Hayat boyu sürdüremeyeceğin gereksiz jestlerden kaçınmalısın...
Daima sevebileceğin kadar sevmeli...
Kendine olduğundan fazla dürüst olmalısın...

Güvenmelisin , güven vermelisin...

27 Aralık 2010 Pazartesi

...şerefe...



Zaman nasıl akıp gidiyor...
Akıl sır ermiyor gerçekten...

Cumartesi günü sevgili'nin dostlarıyla birlikteydik...
Aynı liseden mezunuz ya biz...
Hep bir okul muhabbeti...
Hocaların kulakları çınlatılır,o günlerde bizi korkuya ve gözyaşlarına boğan disiplin cezalarına gülünüp geçilir...
Ama lise hep keyifle anılır...

Konuştukta o gece...
Hepimizde aynı netice...
Ahh şimdi o yaşlarda olsak...
O okulda aynı hocalar aynı arkadaşlar hatta aynı sıralar...
Yine öyle aklımız 5 karış havada olsa...
Tek derdimiz çalışmadığımız dersler...
Onu da dert edersek tabi...

Her zaman şanslı hissederim kendimi...
Çok güzel bir çocukluk ve gençlik yaşama şansına sahiptim çünkü...

Lise muhabbetleri sona erip,güncel planlarımızdan bahsederken...
Aniden içimde bir sıkışma hissettim...
İçimdeki ses dedi ki yine bana...
Ahh be çennebazz...
Bugün bu konuştukların var ya...
Yaptığın planlar hani çok çok uzağında ya...
Gözünü açıp kapayacaksın...
Çocukluğunda ki gibi yatacak ve kalkacaksın...
Bir de bakmışsın ki yine çok uzağında ama bu kez...
"ardında"...

Kısmetse anne de olacaksın...
Çocuğunu okulada hazırlayacaksın...
Bir gün gelip evinin kadını olup,çocuklar okula gittikten sonra...
Patchwork bile yapacaksın...

Onun için sen şimdi boşver bu planları,yaparımları ederimleri...
Al kadehini eline...
Kaldır arkadaşlarına
Haydi dostlar de
ŞEREFE...


D.D.Y

24 Aralık 2010 Cuma

...Mim vesilesiyle yeni yıl...

 
 
Sevgili deep-ciğim mimlemiş beni,yeni yıla dair sorular...Hoşuma gitti bu vesile ile yeni yıla dair düşünmek...
 
Belkide büyümenin en gerçek kanıtların biridir yeni yıl'ı daha az heyecanla beklemek...Çocukluğumu hatırlıyorum kasım ayına girdik mi başlardım gün saymaya...39 gün kaldı 38 37 36 her geçen gün daha da çok heyecanlanırdım...
Evimizi süslerdik ne keyif...
 
Çam ağacımızı yapardık hep birlikte,kardeşimle birbimizi yiye yiye...
O süsler paylaşılamaz...
Parıldayan bir yuvarlak top için harb yaşanırdı evimizde...
Ne çok kavga ederdik kuzucuğumla...
 
Hele ağacımızı yaptığımız gecenin ilk sabahı tüm aile uykudayken,uyanırdım erkenden, daha yeni gün ışıldamaya başlamışken...
Geçerdim ağacın başına...
Maksat başbaşa kalmak onunla...
Seyredalardım yanıp sönen ışıklarını...
Ne büyük aşk...
 
Yavaş yavaş hediyeler gelirdi...
Annemlerden teyzemlerden halamlardan hemen hemen herkesten...
Renkli renkli pırıltılı bir sürü paket...
Beklemek yılbaşı gecesini...
Ne büyük sabır...
 
Umurumda değildi ki bir önceki yılın ne getirip getirmediği yada
bir sonraki yılın getirecekleri...
Umurumda değildi ki...
Çünkü bilmiyordum henüz...
Hayat mücadelesini...
Hayattan beklentilerimi...
Kazandıklarımı ya da kaybettiklerimi...
Değiştirebildiklerimi ya da hiç değişmeyecekleri...
Hayallerimi hayal ettiklerimi...
 
Peki şimdi 28 yaşına basmışken,
bolca kazanmış bolca kaybetmişken...
Değişmiş ve değiştirmişken...
 
Bakalım Yeni yıl şimdilerde neymiş ne değilmiş benim için...
 
 
1.Yeni yıla nasıl ve kimlerle girmek istiyorsun.
 
Sevgili olmalı mutlaka...
Anneyle baba...
Ve kardeş kimselere değişmeyeceğim...
Belki bir kaç yakın dostla...
Elimizde şaraplarımız,gözlerimizde mutluluk pırıltıları,ışıkları yanıp sönen ağacımızın başında,kahkahalarla
10 9 8 7 6 5 4 3 2 1 diye saysak mesela...
Bağıra bağıra...
Geçen yıllara inat...
Gelecek yılı korkuturcasına...
Ve sonra herkes sırayla sarılsa birbirine sımsıcak...
Öpüşsek koklaşsak...
Şükretsek birlikte olduğumuza...
 
 
2. Yeni yıldan beklentileriniz nelerdir.
 
Ben mutlu olmanın hayattan çok şey beklememekle bağıntılı olduğunu farkettiğimden beri...Beklemiyorum kendisinden pek bir şey...Ama bu yıl diyorum ki Babacığıma sağlık getirsin,şifa getirsin...Bu Kanser illetinden kurtulsun...Ve tabiki babamla birlikte tüm hastalara kanser grip demeden hepsine...Sağlık ve şifa diliyorum...
 
 
3. Yeni yıl sence ne demek.
 
Yeni yıl; İnsanoğlunun en büyük avuntusudur belkide...Nefes aldığın sürece her zaman umut vardır sözünün en büyük kanıtır mesela...
 
4. Yeni yılda ne olursa çok mutlu olursun.
 
Bilmem sahip olduklarımla çok mutluyum zaten...Şükür binlerce kere...Ama diyorum ya şu içimdeki babamı kaybetme korkusu da geçerse işte...O zaman hayat güllük gülistanlık olur yine...
 
5. Yeni yıla dair mesajın nedir.
 
Boşvermek lazım gelecekleri beklemeyi...Geçmişi kurcalamayı...Ne geleceğin bir gün geleceği malumdur ne de geçmişi değiştirebilmek mümkündür...Yaşamak lazım "şu anı" tadına vara vara, kendine yakışırcasına...
 
 
Teşekkür ederim deep-çiğime beni yine unutmadığı için =) Sevgiler benden kendisine...Bende eğer kabul ederlerse;
 
ve sine-m den  i mimliyorum =))
 
 
 
D.D.Y
 

23 Aralık 2010 Perşembe

...dün...



Dün seninle bakıştık uzun uzun...
Gülüşüverdik her zaman ki gibi...
Gözlerinin içindeki pırıltıları gördüm...
Günler sonra...
Sıcacık oldu içim...

Demek ki...
Öpmen koklaman değişmiş asıl beklediğim...
Bana yine aynı bakman...
Bana baktığında gözlerindeki pırıltılar...

Dün elele uzun uzun yürüdük seninle...
Çocuklar gibi oyunlar oynarak...
Kahkahalara boğulduk yine...
Günler sonra...
Sıcacık oldu içim...

Dün başbaşa içtik seninle...
Konuşmaya çalıştıklarımızla...
Sonra vazgeçtik işte...
Seyredaldık birbirimizi...
Sonra yine gülüşmeler...
Günler sonra...
Sıcacık oldu içim...

Dün konuşurken anladım...
Haklı haksız yokmuş aşkta...
Gerek yokmuş ki çoğu zaman laf anlatmaya...
Yetermiş aslında susup sadece bakmak...
Hiçbirşey düşünmeden...
Kendini ispat etmeden...
Seviyorsa eğer iki kalp birbirini...
Anlamak istemezmiş ki ne olup bittiğini...

22 Aralık 2010 Çarşamba

Eyy sevgili sevdiğinden mektup var yine...

Bu sabah gözümü senin öpücüklerinle açtım...
Bu sabah uyandığımda sımsıcak sarılmıştın yine...
Huzursuz geçen bir kaç günün arkasından...
Ne iyi gelmeliydi oysa...
Sıcacık olmalıydı içim...
Neden olmadı ?

Biliyorum zor günler geçirdiğini...Bilmediğimi sanma...
Biliyorum emeklerinin karşılığını alamadığını...
Yorulduğunu aynı mücadeleden...

Ama benim ne suçum var...
Bizim ne suçumuz var...

Biliyorum hoyratlaştığımı...
Biliyorum yine esip kükrediğimi...
Biliyorum...

Ama senin ne suçun var...
Bizim ne suçumuz var...

Anlatmak istediklerimiz var belli ki...
Ama ikimizinde konuşacak gücü yok ne yazık ki...

Susup oturuyoruz yanyana,iki yabancı gibi...

Hayat yoruyor belli ki...
Yapmak istediklerimiz ve yapamadıklarımız yüzünden...
Hayallerimizden uzaklaşıyoruz sanki...
Her geçen an...

Geçecek mi bu günler eyy sevgili...

Kaldığımız yerden aynı coşkuyla sevebilecek miyiz birbirimizi...
Her gün yaptığımız gündelikler,ilk defa yapılıyormuşcasına heyecanlandıracak mı tekrar bizi...
Her akşam kapıyı açarken titreyecek mi dizlerim...
Sana sarıldığım anda Dünya duracak mı bir kaç dakikalığına...
Yine elele izleyecek miyiz bütün dizileri...
Birlikte çekirdek yemek bile keyiflendirmeye yetecek mi bizi...
Kahkahalarımız şenlendirecek mi yine evimizi...

Yoksa bunlar aşk belirtileri miydi sadece...
Ve aşkın ömrü bir yıl mı sürecekti yine...

D.D.Y

20 Aralık 2010 Pazartesi

...Belki...Acaba...Tuğla...Klarnet...Hüsnü...Rakı...


Hiç olur mu bazen size de...Anlatmak istediğin çok şey varken etrafa...
Söylemek istediklerin dolup taşmışken bardağından...
Ama konuşacak bile takat bulamazsın kendinde...
Kendinizi anlatmaktan yorulur musunuz mesela...
Ve bu yorgunluk daha da fazla kapatır mı kapılarınızı...

Üniversite yıllarında bir arkadaşım demişti bana...
Bir tarafın kalabalıklarla dolu,kalbinin içi çevrendekilere sevgiyle dolu...
Ama bir tarafın tuğlalarla örülü diye...
Ve sen bir tuğlana bile dokunulmasına müsaade etmiyorsun diye...

İlk defa o zaman düşünmüştüm nedenini...
Belki de korunma mekanizması demiştim kendi kendime...
Belki yaradılış
Belki sonradan kazanılmış...

Ama hala duruyor orada sapasağlam tuğlalarım...
En sevdiklerimin bile dokunamadığı...
Belki bazen kendimin bile dokunamadığı...

Arkasında belki zaaflarım,korkularım gizli...
Belki sırlarım kimsenin bilmediği...

Sanki çoğu zaman iki kişi yaşıyorum ben hayatı...
Birbirine yabancı aynı bedende ayrı iki ruh gibi...
Anlamlandıramazlarken birbirlerini...
Çelişkileri çoğu zaman yoruyor beni...

İşte onun için...

Diyorum ki bu gece...

Hüsnü alsın klarnetini gelsin başköşeye...
Masada sadece peynir olsun ve tabi bir şişe rakı...
O çalsın ben içeyim...
O çalsın ben gideyim...
Düne bugüne yarına...

Hesaplaşma zamanıdır belli...
Belli ki vakit geldi...

Biraz durup nefeslenmek lazım şimdi...
Bir elinle duvara yaslanıp,bir elinle bacağına dayanıp...
Biraz eğilmek lazım içinin derinliklerine...

Kimse olmamalı...
Hüsnü bile hiç konuşmamalı...
Klarnetini konuşturmalı...

Klarnetin her notası isyanlarımı bastırmalı...

Her yudum biraz daha kendimden uzaklaştırmalı...

18 Aralık 2010 Cumartesi

...isyanlardayım yine...


Hafta sonu geldi ya...
Beni sardı yine aynı sebebsiz sevinç...
İçim içime sığmıyor sanki...
Cumartesi günleri...
Saat ikiyi gösterdi mi...
Başlıyor özgür saatler...
Her ne kadar hepi topu 43 saat sürsede...
Ve bu 43 saatin 20 saati uykuyla geçsede...
Benim işte...Bana ait neticede...
Kimse tarafından satın alınamamış saatlerim bunlar...

Kendime kızıyorum bazen neden sevmiyorsun çalışmayı diye...
Ama masabaşı iş işte,ne kadar sevilebilir ki...
Hele hergün aynı işleri yapmak...
Körelmek için bire bir değil mi?

Sonra hayaller kuruyorum bol bol...
Kızıyorum kendime yine...
Cesaretsizsin işte diye...
Madem ki mutlu değilsin...
Madem hayallerin bu hayat değil...
Belli saatlerle,belli kalıplarla yaşamak değil...
Neden zora sokuyorsun kendini...
Neden akıntının tersine yüzecek gücün yok...

Al işte bir Karavan...
Sığdır bütün hayatını ona...
Ama yaşa...
Dilediğince uçsuz bucaksız...

Her sabaha başka bir iklimle başla mesela...
Her sabaha başka bir mekanda...
Bir sabah denizi gör ilk önce...
Bir sabah köyün köpekleriyle selamlaş...

Ama bağlı kalma işte...

Toplumun seni zorladığı hayatı benimseme...
Çalışmıyorum ben kardeşim de...
Ev sahibi olmak istemiyorum...
Adıma devlet faturalar düzenlesin istemiyorum de...
Feodal bir aile planlamıyorum de...
Aşkımı Belediye Başkanı onaylamasın de...

Ben gönlümce sevmek...
Ben gönlümce gezmek...
Ben gönlümce görmek...
Ben gönlümce yazmak...
Ben gönlümce çalışmak...
Ben gönlümce yaşamak istiyorum de...

Başlıyor ya bu isyanlar hep böyle...
Sonra annemle babam geliyor bir anda gözümün önüne...
Susuyorum yine...
Neyse diyorum...
İyisi mi ben gidip Su faturasını ödeyeyim...

D.D.Y

17 Aralık 2010 Cuma

...oscar goes tooooo....



Ödül almışım ben a dostlar...
Nasıl keyiflendim sabah sabah...
Yüzüme kocaman bir gülücük oturuverdi...
Sanki yıllardır biriktirdiği yazılarını bir editöre beğendirmişçesine, başarmışlık hissiyle dolup taştım...

Dün blogları gezerken bir blog keşfettim...derinlik sadeliktir diyor kendisi...
İlk cümle yeterince etkileyiciydi zaten...Hele birde okumaya başladıktan sonra...Merakım hayranlığa dönüştü inanın.Kesinlikle tavsiye ediyorum bu blogu takip etmenizi...
Hem çok yalın,hem çok derin, hem çok uzatmadan,hem harika benzetmelerle,çok yerinde kelime oyunlarıyla en çok da kelime haznesiyle çok etkiledi beni çok...Hele bir bak bozuluyorum ama... vardı ki...Kendimden geçtim okurken...

Tabi dayanamadım yorum yazdım hemen...İyi ki de yazmışım...Böylece keşfetmiş olduk deep'le birbirimizi...
Ve işte en yeni blog arkadaşım...bana çok tatlı bir jest yapıp benim blogumu "one lovely blog avard" ödülüne layık gördü...Gururluyum...Mutluyum...

Ben aslında oldukça eski bir blogcuyum,daha önce bambaşka bir hayata sahipken bambaşka bir bloga sahiptim...İki yıl kadar sürdü ilk blog maceram...O da çok keyifliydi aslında ama...hayat kendini yenileyince...bende kapatıverdim o blogumu ve yepyeni bir blog açtım....Bu kez yenilenmiş halimle buralarda salınıyorum işte...

Bu blogu yazmaya başlama amacım çok bencilceydi belki de...Kendim için yazacaktım...Kendimi tanıyabilmek için...Olaylar karşısında ki ilk tepkilerimi,olaylardan çok sonra o hissiyattan tamamen kurtulduktan sonra okumak...Ve kendimle hesaplaşmaktı amacım...

Nelere kızdığımı öğrenmek...Nelere sevindiğimi....Nelere üzüldüğümü...

Kısacası kendimi tanımak işte...28 yıldır her gün aynada gördüğüm kendimi hala tanıyamamış olmanın verdiği utançla başladım işte yazmaya...E tabi ki biraz da deşarj olmak vardı işin ucunda...

Ama sonra engelleyemedim kendimi dur bakalım kimler neler yazmışlar,dur bakalım buralarda kimler varmışlarla yine ucundan kıyısından girdim bu tatlı arkadaşlığa...şimdi her sabah takip ettiğim bloglar var...Acaba bugün nasıl diye merak ettiğim...

Ve işte uzun lafın kısası dostlar...Tacımı devrediyorum bende =)) büyük bir ödül töreniyle...

Ve tüm salon sessizliğe bürünür...

Cennebazz der ki...

Oscar goeeesss tooooo ....

http://www.deepblueeagle.blogspot.com/
http://www.ibeking.blogspot.com/
http://www.defneyleyasamak.blogspot.com/
http://www.tinkerbellvekralicekedi.blogspot.com/
http://www.handenincektikleri.blogspot.com/
http://www.isitmekaybi.blogspot.com/
http://www.kirazcekirdegi.blogspot.com/
http://www.snmclsn.blogspot.com/
http://vaktifirari.blogspot.com/
http://filminkotuadami.blogspot.com/

ve tabi ki sevgiler samimiyetle paylaşan tüm blogculara...

15 Aralık 2010 Çarşamba

...Av Mevsimi...


Bu hafta sonu havalar buz gibi olunca, canımız pek dışarı çıkmak istemedi sevgiliyle...
Evde keyif yaparız,dvd izler çekirdek çitleriz,akşamı pijamalarımızla ederiz planları yaparken...
Kahvaltıdan sonra hadi dedi sevgili
Sinemaya gidelim...

Av mevsimi vardı top 10'muzda 1.sırada...

Hadi dedim o halde,kalk gidelim...
Kalktık giyindik,kardeşle onun sevdiceğinide ayaklandırdık,döküldük yollara...
İstikamet aynı herzaman ki mekan Bağdat Caddesi...

CKM 'ye gittik.Ahh ne çok seviyorum kendisini en çok da Love Seat' lerini...

Av mevsimi 4 salonda oynuyor. Hepsi full... Bildiğin bir izdiham...Neyse zar zor alabildik saat 20:00 'e

Beklemek için çıktık gittik herzaman ki yerimize...
Yedik yedik yedik...
Dört kişi amma da yedik...
Tabu oynadık gene...
Tabu'yu da ne çok seviyorum yine...

Neyse işte saati geldi girdik filme...

Çok yorum okumuştum film'le ilgili herkes Yavuz Turgul'u eleştirmiş,daha önceki filmlerin kötü bir kopyası demişlerdi. Şener Şen gibi bir oyuncunun oyunculuğunu beğenmemişlerdi, hikayeyi beğenmemişlerdi, Çetin Tekindor'u beğenmemişlerdi...
Kısacası eleştiri okları savurmaşlardı dört bir yandan...

E hal böyle olunca bende bir soru işaretiyle girmiştim salona hemde kocaman bir soru işareti...

Film başladı...

Ve ara...

Ve tekrar başladı...

Ve bitti...

Ben çok beğendim şahsen.  Filmi izledikten sonra açıkça söyleyebilirim ki hiç bir eleştiriyi haketmiyor bu film. Tüm oyuncular çok iyiydi,kurgu ve hikaye çok başarılıydı. Ahh bi de Cem Yılmaz'ın son sahnesi o kadar uzamasaydı ;)

Haaa bi de hala dilimde...

Haydeeeeeeeee gidelumm haydeee
Dağa k'arayemişaaa
Eluunn nişanlısına
Ben nasıl deyim haydeeeeeee

Haydeeeee gideluumm haydeeeeeeeeeeeeeeeeee


D.D.Y

13 Aralık 2010 Pazartesi

...kaçamak...


Ne soğuk bir hafta sonuydu ama...
Cuma günü işe ulaşabilmenin taksiyle 5 dakika süren yolu 55 dakika sürünce...
Her zaman ki gibi kilitlenmiş trafiğin içinde bir tane bile boş taksi yokken,
Bir km yolu tepip kapısına yapışabildiğim ilk  taksiye kendimi dar attım...
Taksiciler de bir naz bir niyaz...
Sanki hayır kurumu,belediye zorlamışta taşımacılık yapıyor.
Oraya mı abla ya.
Orası tıkalıdır şimdi ya.
Zaten sırılsıklam ıslanmışsında,koltuklar rezil oldu da.
Sen o montunu çıkar iyice ıslatma koltuğu,araba sıcak bak önerileride eklenince...
Taksiciye saldırdım resmen...
Açtım ağzımı yumdum gözümü
Adam en son sen nerelisin kızım diye sordu...


İç çamaşarıma kadar ıslanmış bir halde ulaşabildim işe.
Hayır ben zaten nefret ediyorum her sabah bu işe gelmek zorunda oluşumdan, bir de böyle gereksiz bir mücadele...
Sınırlarımı zorluyor bazen hayat...
Bütün gün uçana kaçana sövdüm durdum.
Kaleme kağıda bardağa çanağa ona buna kendime...

Neyse işte...
Korkunç cuma gününün ardından, hem fiziki hem ruhsal yıpranışımdan olsa gerek, cumartesi sabahı yataktan kalkabilcek dahi mecalim yoktu. Hava hala buz gibiydi,kapkaranlıktı,yatağım ise sıcacık.
Ne yalan söyleyeyim çıkamadım yatağımdan, istemedi canım işe gitmek, aynı telaşa düşmek...
Hem zaten fena üşütmüş,aksırıp duruyordum da...
Bende ne yaptım
İzin verdim kendime...

Aradım işyerini gelemeyeceğimi bildirdim...
Yattım sıcacık yatağıma,yorganıma daha büyük bir aşkla sarıldım,yastığıma daha da bir gömüldüm...
Sıcacık bir uykuya daldım...

En güzel uyku...Kaçamak uyku...

9 Aralık 2010 Perşembe

...işte yine sızladı burnum...


Bazen öyle çok özlüyorum ki şu öğrencilik günlerimizi...
Başka bir şehirde...
Başka bir evde...
Minimal sorumluluk maksimum özgürlük...

Öyle eğlenceliydi ki...

Bursa'da okudum demiştim ben. Uludağ Üniversitesinde.Henüz yeni yetme bi çocuktum oraya yerleştiğimde.
Unutamam hala annemle babamın çaresiz bakışlarını, yurda bırakıp İstanbul'a dönerken babamın aynadan bakışını. Anlatırlar hala. Dönüş yolunda Bursa'dan çevre yoluna çıkar çıkmaz kenara çekmiş babam, arabayı kullanamamış ağlamaktan. Orada yaşadığım sürece ben Bursa'dayken odamın kapısını kapalı tutmaşlar, ergenlik derdindeki lise günlerim gibi.
Babam hep bir umut geri dönmemi bekledi," ben yapamıyorum orada yalnız yaşamayı" dememi. Kıyamam, kızı yıllarca bunun hayaliyle büyümüş, bırakıp gelir mi?
Çok keyifle okudum orada, çok sevdiğim dostlarımla...
Annemler beni bırakıp gittiklerinde, yurttaki tüm kızlar gözyaşı dökerken, ben herkesi teselli etme derdinde...
Bir gün bile pişman olmadım oraya gittiğime, bir gün bile İstanbul'da olmalıydım demedim...

Öyle zordu ki aslında.
Akvuryumu kırılmış balık gibi,çırpınışlarım...
Ama seviyordum doğrusu o çırpınışları,kendimle olan yarışımı...

İlk bankaya gidişimi hatırlıyorum, babam hesap açmamı söylemişti.Bankadan içeri girdiğimde kalp atışlarımı ağzımda hissediyordum, sırada korkuyla bekliyordum. Vezneye geldiğimde, görevli bayanın yüzüne bakamıyordum, ık mık edip hesap açacaktım dediğimi kendim bile duyamıyordum. Hiç unutmuyorum hesabıma ilk 10,00 TL yatırmıştım. Ne büyük bir başarıydı, o zaman benim için ne büyük bir atılım...

Yurtta yer edinme zamanları vardı birde, öyle arada bir iş ki , biraz zorlarsan sınırı, yalnızda kalabilir, biraz sessiz kalırsan ayakçı da olabilirsin.İstanbul'da büyümenin bir avantajı belki, sorunsuz atlatmıştık, o dönemleri. Anadolu'dan gelen kızlar daha bir sessizdi, etliye sütlüye karışmaz, paylarına düşenle yetinirlerdi. İzmir'li lerle İstanbul'luların çekişmesi vardı bolca, şehrine aşık iki farklı grup, ne çok kavga ettik İstanbul 'mu İzmir'mi diye. Ne çok denedik fikirleri değiştirmeyi. Sonradan öğretiyor hayat, değiştirilebilecekleri ve hiç değişmeyecekleri...O yaşlarda dünyayı değiştiririm sanıyordum,öyle bir enerji...

Sonra o büyük anfi...
Okuduğum lise'de 20 kişilikti sınıf,o anfi ne çok etkilemişti beni...

Ama okulun en sevdiğim yeri, yemyeşil bahçesi, o çimlere yayılarak geçirmiştik üniversite günlerini.Nasıl unutulur ki bahar şenlikleri...

1 yıl dayandım yurttaki hayata...
Daha fazla zorlamak lazımdı sınırları,

Babam izin vermemişti ev tutmamıza,ranza arkadaşımla kararlıydık ama. Telefonda ikna çabaları aileleri,bir o ağlar kapatır,bir ben.Baktık ki alamayacağız biz bu izini.
Okulun son ayında,kendi kendimize tuttuk evimizi.Ne büyük cesaret. Bursa'da öğrencilere ev kiralarken genellikle senet imzalatırlar bir yıllık kira bedelini. Kontrata güvenmez pek mal sahipleri. Tabi o zamanlar bilmiyoruz da nedir ki bu senet dedikleri, şimdi düşünüyorum da tek bir adı var yaptığımızın cahil cesareti.

Evi tuttuk tutmasına bir yastık bile yok elimizde, gittik bi koşu ikinci elciye, öğrenci şehirlerinde bol bulunur kendilerinden, okulu bitiren öğrenci satar savar eşyalarını. Hiç unutmuyorum 2001 yılında 50 TL ' almıştık koltuk takımlarımızı,kadife...

bir üçlü bir ikili iki tekli hemde...

Araba tutacak para yok, baktık bi at arabası,üzerinde yaşlımı yaşlı bi amca,anlaştık onunla 5 liraya. Ama amca nasıl taşısın eşyaları yüklendik koltukları ,attık at arabasına. my lady japonum'la...

bu arada my lady japon benim ev arkadaşım,çekik gözlü tatar güzelim....

İkimiz taşıdık üçlü koltuğu 4.kata,kanter içinde...

Ama yok işte öyle bir mutluluk,2 oda bir salon bizim için malikane orda...

İlk evim o evdi benim...
İlk ödediğim kira...
İlk ödediğim fatura...
Hastalandığımda annemin yanımda olamadığı ilk ev...
Borcundan dolayı elektriği kesilen ilk ev...
Parasızlıktan süt tozuyla puding yapmaya çalıştığım ilk ev...
Büyük tüpü satıp,yerine küçük tüp alıp,kalan parayla yemeklik alıp,pişirdiğimiz ilk ev
Çorba makarnanın her akşam tüketilebildiği ilk ev...
İstediğim kadar yüksek sesle müzik dinleyebildiğim ilk ev...
Merdaneli çamaşır makinesi olan ilk ev...
İlk çamaşır yıkadığım ev...
İlk camını sildiğim ev...
İlk kez sarhoş olduğum ev...
2 odası olan bir evde 30 kişinin uyuyabildiği ev...

Ara ara burnuma kokusu gelen, içimi sızlatabilen ilk ev...

D.D.Y

8 Aralık 2010 Çarşamba

...Ceyla Gölcüklü...

Ceyla Gölcüklü'yü okudum dün gazetelerde...
Etkilendim çok...
Hastalığıda etkiledi elbette,ne kadar genç olduğuda...
Ama beni en çok etkileyen...
Hastalığın karşısındaki duruş şekli...

Bir insanın kendine duyduğu saygı...
Etrafında ki onca kalabalığa rağmen...
Üç beş yakınıyla mücadelesi hastalığıyla...

Belki onun yerinde başka bir sosyetik güzel,
Medyadan birileri...
Daha analiz sonuçlarını almadan...
Duyurmazlar mıydı...
Hastayım diye..

ilginç geldi gerçekten...
Doğru mu yanlış mı yaptığı
Tartamıyorum...

Ama kıyasladığımda çocunlukla...
Farklı bir davranış şekli olduğu kesin...
Geneli şöyledir sanki...
Herkese duyurma hali...
Tüm sevdiklerini etrafında görme isteği...
Belki biraz şefkat görme talebi...

Bilmiyorum ki işte...
İlginç geldi gerçekten...

Düşündüm de Allah korusun ama başıma gelse
Acaba ben ne yapardım diye...

7 Aralık 2010 Salı

...ikizler mi demiştik...



Heyheylerim geçiyor yavaş yavaş...
Bahsettiğim gibi ikizler buhranları bunlar...
Bazen öyle zor oluyor ki bu ruhsal atlamalar...
Kendi değişkenliğim beni bu kadar yorarken...
Etrafımdaki insanları düşünemiyorum çoğu zaman...
Hele sevgili...
Anlam veremiyor
Neye kızdı bu şimdi
Niye asık yine bu surat...
Ve yine anlam veremiyor eminim...
Ne düzeldi de, nerden geliyor bu kahkahalar...

Uzun lafın kısası zor bu yıldız savaşları...

Ama severim burcumu çoğu zaman...
En az kendimi sevdiğim kadar...

Eğer bana yakınsa yıldızlar...
Dünyayı değiştirecek kadar çok enerji...
Bol keyif...

Her yere adapte olabilme gücü...
Her duruma hızlı alışma...
Belki bazen hemen ortalıktan yokolma...

Çok hızlı ardı ardına cümleler kurma...
Bazen herkese meydan okuma...

Diyorum ya...
Severim burcumu çoğu zaman
En az kendimi sevdiğim kadar...

D.D.Y

6 Aralık 2010 Pazartesi

...siyaset...



Fransa'da ki öğrencilerden daha mı az "insan" bu çocuklar...
Kendi yavrularınızdan daha mı az kıymetli yavrular...
Fransadaki iktidardan daha mı iktidar bunlar...
Ali kıran başkesen oldu başımızdaki "adamlar"

Bir dinleseydiniz keşke...
Nedir anlatmak istedikleri...
Tahammül gösterebilseniz keşke ne diyor tam karşınızdaki...

Demokrasi düşmüyor maşallah ağzınızdan...
Tüm laik cumhuriyet karşıtı eylemleriniz " demokratikleştirme "süreçleri...

Peki protesto etmek...
Sopasız,silahsiz,gazsız...
Sadece haykırmak düşündüklerini...
Sadece haykırmak kendi payına düşen düşüncelerini...

Hani nerde demokrasi sevdalısı ak parti...

Çok mu zor...
Bu kadar mı dayanılmaz geliyor size...
Sizden olmayan insanların fikirleri...

Allah'ım sen kurtar bu art niyetlilerin ellerinden bizi...

Öyle zor ki izlemek,dayanamıyorum...

Anne değilim,Teyze değilim,Hala değilim...
Ama yinede almıyor içim, böcek muamelesi görmelerine.
Düşünmekten korkutulmalarına...
Sessiz kalmaya alıştırılmalarına...

"Siz bağdat caddesinde turlayın, elinizdeki kahvenizi yudumlayın...
Biz sizinde annelerinizde babalarınızda dedelerinizde ve hatta doğacak çocuklarınızda
yerine düşünüyoruz "siyasetinden..
Siz kot markanızı seçin...
Apaçi dansla dalga geçin...
Bir futbol maçında birbirinizi yiyin...
Okumayayın,öğrenmeyin çok bilip çok laf etmeyin... siyasetinden
Yiyin için ama yerli olmasın dikkat edin ...siyasetinden
gelmedi mi başımıza bu işler...

D.D.Y

4 Aralık 2010 Cumartesi

heyheylerim üzerimde, ilişmesin bana kimse...


neden böyle oluyor bana , anlam veremiyorum bir türlü, daha bir kaç gün önce hayatımdan son derece memnunken, acayip keyifliyken, enerji doluyken,
ortada ruh halimi değiştirmeme neden olacak hiçbirşey yokken...
ani bir manevra gibi...

bi kaç gündür bir huzursuzluk halleri...

Kim ne dese batıyor...
Biri baksa ne bakıyor...
Onlar orada hakkımda mı konuşuyor...
Biri bana bişey mi diyor...

Böyle bir huzursuzluk...
Böyle bir saldırganlık yok...

Yavrum benim en çok da sevgili alıyor ya nasibini...
Ama sevgili sende bazen çok zorluyorsun beni...

Gelme üzerime dedikçe...
Heyheyliyim bak dedikçe...
Seninle ilgisi yok dedikçe...

Ne oldu?
Ne var?
Sorun ne?
Neden gülmüyorsun?
Neden ...........yorsun?
Neden ............yorsun?
Neden............yorsun?
Uzar gider bu soruların  da? Sevgilinin bir cevabı yok ki
şöyle hali hazırda,

Ahh be annecim biraz daha tutsaydın ya beni karnında,çocuk doğurulurmu hiç haziranda...

D.D.Y

1 Aralık 2010 Çarşamba

?

bu aralar bana bi yazma isteği hasıl oldu...hayrola...
yazmak da yazmak değil hani..
hep bir hayal kurma halleri...

keşke öyle olsaydı da böyle olsaydı da...
bitmiyor hiç...
sanmayın ki halimden memnun değilim...
ama insanoğluyum neticede...
hep sahip olamadıklarını özler ya insan...
işte benim ki de o hesap

bir de yazdıkça keşfettim ki ben düz yazı yazmaya çalışırken hep bir kafiye hep bir kafiye...
şöyle birbiri ardına cümleler kuramıyorum nedense...
sanki normalde böyle konuşurmuşum gibi...

D.D.Y

30 Kasım 2010 Salı

...wake up...wake up...



2010 yılı biterken düşünüyorum...

Acaba bitecek mi bir gün, saat alarmıyla güne başlama halleri...
Apar topar hazırlanıp,daha evime günaydın diyemeden kendimi kapı dışarı atma halleri...
İş yerinde ıvır zıvırla yapılan kahvaltı halleri...
Pazardan pazara peynir yiyebilme halleri....
Bütün gün bilgisayar başında hesap kitap işleri...
Dosyalar,evraklar,bankalar,kağıtlar,hesap makineleri
6 günümün tam 10 saati...

Acaba diyorum...
Acaba...
Bende bir gün iç huzuruyla çalışmaya mecbur olmadan...
Sabah alarm çalmadan tamamen kendi isteğimle uyanabilecek miyim?
Nazlana nazlana yatağımdan kalkıp yüzümü yıkayabilecek miyim?
Güzel bir müzik eşliğinde çayımı demleyip,sıcacık çayımla mükellef bir kahvaltı edebilecek miyim?
Bana ait koskocaman bir günü yaşayabilecek miyim?
Dilediğim kadar kitap okuyup,
Dilediğim hobi kurslarından en azından birine gidebilecek miyim?

Güneşli günlerde keyfime göre sahile inip,kulağımda mp3'üm iyot kokusunu içime çeke çeke  yürüyüşler yapabilecek miyim?
Deniz kenarında kumların üzerinde o salaş yerde çayımı yudumlayıp, elimde en sevdiğim kitabımı okuyabilecek miyim...
Tanıdık tanımadık herkese gülümseyecek enerjiyi toparlayabilecek miyim?

Dikişe merak sarıp, kumaşlarım önümde makasım elimde,anneciğim yanında söküp dikmeyi becerebilcek miyim?
Bütün t-shirtlerimi kesip biçip, kendim gibi t-shirtler giyebilecek miyim?

Şu dünyada yapmak istediklerim listesinden en azından 10-15 tanesini yapabilecek miyim?

Ahh be hayat...

Güzellikler getir hepimize...
Yeni yıl ile birlikte...

D.D.Y

29 Kasım 2010 Pazartesi

annelik mevzuusu...


İlginçtir bu annelik mevzuusu...

Ben şahsen çocukluğumdan beri pek ,çocuk sever biri olmadım nedense, kız arkadaşlarımla hiç evcilik oynamadım,bir evin annesi olmak istemedim ,o misyonu hiç benimseyemedim...
Bebekleri kucağında onları uyutan,yediren içiren,elinde fincanlarla misafir ağırlayan kız çocuklarından olamadım hiç...
Doktorculuktu benim en sevdiğim oyun...
Bekar yalnız yaşayan,kendini işine adamış...
Özgür...
Hatta evimizde bir bar vardı...O zamanlar modaydı heralde , her evde bir bar...İçleri çayla dolu viski şişeleri...
Kızları evde toplar barmaidcilik oynardım ben...Yine yalnız yaşayan...
Henüz ilkokul çağında olmama rağmen...

Gerçekten ne öncesinde ne sonrasında hiç aile kurma, evlenme,anne olma hayalleri kurmadım ben...İstanbul'da bir üniversite okuyabilecek olmama rağmen sırf yalnız yaşamak için Bursa'ya gittim Uludağ Üniversitesine...

Neyse işte bitirdim geldim ama hala anne olmaya hiç heves yok içimde ..Daha bir kaç yıl öncesine kadar en büyük korkumdu anne olmak...Bir bebek sahibi olmak...O sorumluluk...Sürekli ilgilenmek zorunda olduğum,sürekli düşünmek zorunda olduğum...Hemde kendimden önce düşünmek zorunda olduğum bir canlı...Ve bunun hayatım boyunca sürecek olması...Ürkütücüydü gerçekten...

Yavaş yavaş evlenmeye başladı arkadaşlarım, kimilerinin çocukları oldu...En büyük fobim çocuklu arkadaşlarımla buluşmak oldu uzunca bir süre... Ağlarlarsa... Acıkırlarsa... Huysuzlanırlarsa... Hastalanırlarsa...bla bla bla...

Ama yaş otuza yaklaştıkça...
Ne olduysa olsu...

Bu çocuk denilen şey nasıl büyütülüyor arkadaşlar...
Çok da zor değil heralde di mi kızlar...
Benimde elime yakışır aslındalar...

Şimdi bugün bir anda...
Nerden mi çıktı bu çocuk mevzuusu...
Bu pazar kahvaltıya gittik liseden arkadaşlarımızla...
Masada 6 kişiydik...
Ve biri sadece 7 aylık...
Minicik ayaklar...Minicik eller...Dünyayı keşfeme derdinde gözler...
Bir anne ve bir baba...
Hemde bizim yaşımızda...

Öyle keyif aldım ki Kerem'le oynamaktan...
Kokusunu içime çekmekten...
Minicik ellerini ellerimde hissetmekten...
O minicik ayaklara ayakkabı giydirmekten...
Biberonuyla su içirmekten...
Bir anneyi bebeğine aşkla bakarken izlemekten...
Bir babayı oğlunu göğsüne yatırırken görmekten...
Bir bebeği uyurken izlemekten...

Sevdiğimin omuzlarında gülücükler saçan bir bebek görmekten...
Sevdiğimin kucağıma bir bebek vermesinden...
Sevdiğimin kollarında bir bebek uyuturken izlemekten...

Ne çok yakıştı sana amcalık...
Ve eminim ne çok yakışacak bize ebeveynlik...

D.D.Y

26 Kasım 2010 Cuma

masabaşı hayalleri...


Evimde olsam şimdi...
Sıcacık...
Üzerimde en sevdiğim pijamalarım...
Sevgilinin kokusu sinmiş en sevdiğim battaniyem...
Elimde mis gibi kokulu sıcak çikolatam...
Orkidemle bakışsak şöyle kaçamak kaçamak...

Sonra dvd'lerimi karıştırsam...
İzlemeye doyamadıklarımdan birini seçsem
mesela NOTEBOOK...
Romantik olsa film şöyle bolca...
Aşka doyursa,doysam...
Sevgiliyi daha da bi özlesem...

Filmin huzuruyla keyifli bir uykuya dalsam ...
Uyuklasam...
Bolca sessizlikle...
Güzel rüyalar görsem...
Evimin huzurunu bolca içime çeksem...

Hayat bu desem...

Sonra uyansam...
Dinginleşmiş,dinlenmiş...
Sıcacık banyoma girsem...
Müzik çalsa odadan...
En ideal ses tonuyla doldursa banyoyu müziğin ahengi...

Köpük köpük yıkansam...
Atsam birikmiş yorgunluğumu...

Giyinsem sonra en sevdiğim cicilerimi...
Saçlarımla oynasam...
Süzüle süzüle makyajımı yapsam...
Daha da bi özlesem sevgiliyi...

En sevdiğim cicilerimle...
En sevdiğim dinlenmiş,keyifli halimle...
Hazırlasam şöyle romantik bir sofra...
Ortaya da bir mum yakışır ya  bu akşama...

Kapı çalsa sonra heyecanla...
O gelse...
Yıllardır görüşmüyormuşcasına sarılsam boynuna...
Atlasam kucağına...
Gözlerini kapattırsam mesela...
En sevdiğimiz yemekler...
En sevdiğimiz kırmızı şarap...

Fonda en sevdiğimiz şarkı...

Şükretsek yine iyi ki birbirimizi bulmuşuz diye...

D.D.Y

23 Kasım 2010 Salı

eyy sevgili sevdiğinden mektup var...





Bir yıl oldu sen hayatımın tam da ortasına gireli...
Kalbimin en güzel yerinde , kendine yer edineli...

Parçalanmışlığın ortasında çıkıverdin karşıma...
Etrafımdaki kalabalığa aldırmadan...

Öyle de bir güzel sarıp sarmaladın ki hani...
Nasıl görmezden gelinir ki böyle bi sevgi...

Nasıl sevilmez ki böyle bir sevgili...

Bazen sana sebebsiz bakarken buluyorum kendimi...
Hayran hayran izlerken tüm çizgilerini...
İnanır mısın ezberledim yüzünün her bir karesini...

Biricik sevgili...
Hayatıma kattığın büyük anlam için...
Her sabah hiç üşenmeden çektiğin günaydın mesajları için...
Her sabah mutlaka ilk senin sesini duyabildiğim için...
Her yanımda istediğimde seni yakınımda bulduğum için...
Kendimi her an yanında güvende hissettirdiğin için...
Beni benden daha çok düşündüğün için...
Samimiyetsiz tek bir sözün söylemin olmadığı için...
Ne kadar üzgün kızgın olsamda beni kahkahalara boğabildiğin için...
Seni bu kadar çok sevmeme izin verdiğin için...
Hayatımda ilk kez birine ait olduğumu hissettirdiğin için...
Sımsıkı sarılıp,öpücüklere boğduğun için...
Sevilmenin ne olduğunu sonuna kadar hissettirdiğin için...
Benimle bir ömrü paylaşmayı arzu ettiğin için...
Ve herşeyden önemlisi sana sen olduğun için çok ama çok aşığım...

Birinci yılımız kutlu olsun sevgili...
Allah bize birlikte daha nice yıllar kutlamayı nasip etsin...
Hep böyle severek birbirimizi ,hep böyle mutlu, hep huzurlu, hep sağlıklı ve hep geleceğe umut dolu...

D.D.Y

22 Kasım 2010 Pazartesi

yeşildir huzur veren...sevdiklerindir seni mutlu eden...


Doyamadım tatile...
Öyle keyifli geçti ki...
Sevdikleriyle olunca insan yer mekan farketmiyormuş onu anladım..
Koskocaman bir arazinin ortasında tv yok,cep tel.bir çekiyor bi çekmiyor,teknolojiden neredeyse tamamen yoksun...
Yemyeşil ama alabildiğine...
Hayvan kokusu etrafı sarmış...
İnsana kendini onların dünyasında hissettiren...

Buzağılar henüz 5 günlük en büyüğü 1 aylık...
Köpekler...
Çocuklar...
Akrabalar...
Kuzenler...
Gençler...
Bastonlu yaşlılar...
Herbiri en sevilenlerden...
Ve tabiki sevgili...

Ne kadar eğlendik..
Ne kadar güldük..
Ne kadar koştuk..
Ne kadar yorulduk..
Ne kadar mutluyduk tarifi yok...

Hele birde çok yorulmuş çok acıkmış çok eğlenmiş 36 kişi hepbirlikte yemeğin başında toplanması...
Plastik tabaklarda en güzel yemeklere yumulması...
Plastik bardaklarda çay içip...
Ev baklavalarını şekerimiz tavan yapana kadar yenilip bitirilmesi...

Yakılan ateş etrafında ısınmaya çalışıp,muhabbetin en güzeli...
Büyüklerin çocukluk hikayeleri...
Hepimizin yaramazlık deneyimleri...
Birbirine karışan kocaman kahkahalar...

Tv mi yok ! Cep tel'i mi çekmiyor ! Doğalgaz mı yok! Konforlu koltuklar mı yok!Porselen tabaklar , ince belli bardaklar mı yok ...aman ne gam...

Etrafımızda dolaşan sevimli hayvancıklar var ya...
Elimizde topumuz...
Alabildiğine çim sahamız var ya...
İnekden yeni sağılmış mis gibi sütümüz...
En doğalından kavurmamız...
Mis gibi tereyağ kokulu pilavımız...
Ev baklavamız...
Ve içimizi ısıtan sıcacık çayımız var ya...
Sevdiklerim var ya...
Tadına doyulmaz muhabbetler var ya...
Hepimizin yüzünde kocaman gülümseme var ya...

Yeter de artmaz mı Allah aşkına ...

10 Kasım 2010 Çarşamba

atam...


öyle çok hissediliyor ki yokluğun...
bir halini görsen ardında bıraktığın toplumun...
düzendeki başıbozukluğun...

diyemiyoruz artık sen rahat uyu...
biliyoruz rahat vermezler...
vermiyorlar...vermeyecekler...

hak ile hukuk ile elimizden geleni yapıyoruz inan...
ama öyle insanlar ,öyle büyük düşmanlar ki başedemediklerimiz

bizler senin izinden gelenleriz..
hakka hukuka inananlardanız...

bizler bilmeyiz hileyi hurdayı...
yalanı dolanı...
dini, imanı kullanmayı...
Allah'ın adını yalanlar dolanlar ile anmayı...

ama bil ki...
bu vatanın bir karış toprağı için
canını vermeye hazır...
sana hakkını ödemeyi bekleyen
binlerce insandan biriyim bende...

okullarda kaldırılsa da andımız,istiklal marşımız...
yüreğiyle inananlardanım bende...

 Ve bilirim ki en önemli vazifem, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğum kudret, damarlarımdaki asil kanda mevcuttur!

Huzurla uyuyabilmen ümidiyle...
D.D.Y

8 Kasım 2010 Pazartesi

?akvaryum?okyanus?


Akvaryum içindeki balıklar gibiyiz aslında...
Önümüzde bitmek bilmeyen bir dünya var sanıyoruz çoğu zaman...
Ömrü  uzun sanıp,yolları bitmez sanıyoruz...
"Şu koca dünya da "diye ağız dolusu laflar ediyoruz...

Ediyoruz etmesine de bazen o koca dünyalar dar gelmiyor mu herbirimize...
Denizlerimize sığmayıp taşmıyor muyuz...

Cumartesi günü arkadaşlarımızlaydık yine,bol sohbet ,bol anılar, bol kahkaha...
Ve beni yine düşüncelere gark eden cümleler...

Bazen kendimi iki kişi gibi hissederken buluveriyorum,içimde kendim kadar ciddiye aldığım biri daha var sanki...
Sohbetler içindeyken akıp giden bir cümle,kimselerin dikkatini çekmeyen bir söz, ben ve içimdeki kimliği belirsiz kişi arasında saatlerce tartışılıyor...Sohbet içimden geçen cümleler içinde geçiyor.
Yakın arkadaşlarım anlar gözlerimden,içeride bir hesaplaşma olduğunu.gülerler hatta...o kimlik bölünmesi hallerime...
Bu hafta sonu da şu 509.200.000.000.000 m2 lik koskacaman Dünya'da yaşadığımız küçücük hayatlarımız çekti dikkatimi...
Ben "sevdiğim"i yıllar sonra buldum...
Ama hep yanımda yakınımda olmasına rağmen...

Mahallede beraber büyüdüğüm bir arkadaşım,sevdiğimin ortaokul lise'den sınıf arkadaşı...
En yakın arkadaşım sevdiğimin kuzeninin en yakın arkadaşı...
Ve biz sevdiğimle aynı mahallede oturmuş...
Aynı cafelere takılmış..
Ve hatta aynı lisede okumuşken...
28 yaşıma kadar onunla hiç tanışamamış olmam...
Ne dersiniz?
Şimdi bu dünya bir akvaryum mu yoksa  uçsuz bucaksız bir okyanus mu?

D.D.Y

4 Kasım 2010 Perşembe

Farkındalık...

Son zamanlarda ne kadar hızlı geçiyor zaman...
Hatta arkadaşlarımızla aramızda esprisini yapıyoruz pazartesi bitti mi haftayı bitirdik diye...
Her cumartesi akşamı daha dün berabermişçesine kaldığımız yerden devam ediyoruz sohbetlere...
Oysa aradan 7 gün geçmiş...
Peki nasıl geçti
Ne yaptık
Ne ettik
Boş...

Aynı işte...
Birbirini tekrarlayan günler...

Şimdi farkındalık yaşlarındayız sanırım...
Sohbetlerimizde hep farkettiklerimiz...

Zamanın nasıl da hızlı geçtiği...
Ömür dediğin uzunca sandığımız yolun kısa kestirmelerle çarçabuk biteceği...
Annelerimizin her öğüdünün gerçek olduğu...
Babalarımızın hayat mücadelelerinin gerçek zorluğu...
Şanslı çocukluklar yaşamış olduğumuz...
Sorumluluk almanın haklı yorgunluğu...

Bunun gibi yüzlerce farkediş...

Hep duyduğumuz , çoğu zaman çok uzaklardan değil bir jenerasyon büyüklerimizden duyduklarımız...
Bize çok değil 5 yıl öncesine kadar faso fiso gelen...
Laf kalabalığı sandığımız...

Tüm deneyimler...
Anlatılan tüm gerçeklikler...
Şimdilerde karşımızda olağanca gerçekliğiyle duruyor...

Ve daha dün gülüp geçtiğimiz büyük sözleri şimdi bizlerin ağzında,gözlerimizde ki şaşkınlık ve korkuyla...

Anneme benzemeye başladığımı farkediyorum mesela...
Onun gibi konuştuğumu...
Onun gibi oturduğumu...
Onun gibi düşündüğümü...
Onun gibi yürüdüğümü
ve hatta yavaş yavaş onun gibi yaşamaya adapte olduğumu...

Babama benzemeye başladığımı farkediyorum mesela...
Onun gibi güldüğümü...
Onun gibi bağırdığımı...
Onun gibi fevri olduğumu...
Onun gibi değer yargılarım olduğunu...

Oysa çok değil...
5 yıl öncesi dün gibi...

Beni anlamıyorsunuz diye çığlıklar attığım...
Ben sizin gibi olmayacağım diye isyanlarım...
Ben başka biriyim bunu anlayın yalvarmalarım...
Belki bazen küçümseyerek "siz ne anlarsınız" tavırlarım...
Sizin gittiğiniz yerlere gitmem ben takıntılarım...

Dün gibi...

Şimdilerde ise en çok kurduğum cümleler...

Dilerim babam gibi bir adamla evlenirim...
Dilerim annem gibi bir anne olabilirim...
Dilerim onların kurduğu hayatın ondabirini ben kurabilirim...
Dilerim onların bildiklerinin yarısını öğrenebilirim...
Dilerim sahip olduklarının yarısına sahip olabilirim...

Büyümek bu sanırım...

Anneni daha çok özlemek...
Babana daha çok güvenmek...
Ve hep onlara özenmek...

D.D.Y

1 Kasım 2010 Pazartesi

mutlusun...mutluyum...mutluyuz...

Yine ne keyifli ne dopdolu bir haftasonuydu...
Dostlarınla olmanın verdiği keyifli huzurdu...
Hele can dostlarından birinin gelin oluşu...

Özz'üm evlendi...Prenses gibi bir gelin olmuştu...15 yıllık arkadaşım...Ona gelinlik içinde baktığımda öylesine karmaşık duygular geçti ki içimden...
Daha dün gibi okul koridorlarında koşuşmalar...
Daha dün gibi ilk aşklar ilk heyecanlar ve birlikte paylaşılanlar...
Daha dün gibi okuldan sonra eve gidip,bütün gün birlikte değilmişçesine telefonda saatlerce konuşmalar...
Ufacık önemsiz mevzuları dünyanın gizi gibi anlamlandırmaya çalışmalar...
Daha dün gibi sınıftan atılmalar,uyarılar almalar...
Cezalar cezalandırılmalar...
Dün gibi mezuniyete telaşlar...
Sonra üniversite maceraları...
Sonra ilk iş günleri...
İlk istifa dertleşmeleri...
Omuzlarımızda ağlamalar,gözlerimizin içinden kahkahalar...
Nasıl geçtiğini anlayamadığım 15 yıl bir çırpıda geçti gözlerimden...

Onu gelinlikle görmek...Onu öylesine mutlu görmek...Onun için yüreğimin içinden dualar etmek...
O an anladım ki kardeş olmak için bazen kanbağına gerek kalmıyor...
Birlikte büyümen çoğu zaman yetiyor...
Canım kardeşim,güzeller güzeli prensesim...
Her şeyin en iyisini en güzeli hakeden iyilik meleğim...
Dilerim hayatının sonununa kadar çok mutlu olursun,seni gerçekten hakeden sevdiğinle dillere destan bir ömrün olsun...Dilerim hep yanımda , yakınımda olursun...
D.D.Y

27 Ekim 2010 Çarşamba

nino'ma...




Dostluklar paylaştıkça büyür...
Dil din ırk yaş hiç farketmez...
Dostluklar yeri geldiğinde gözyaşlarıyla yeri geldiğinde kahkahalarla büyür...
Omzunda hesapsız ağlayabileceğin insandır dostun...
Ağlarken bir anda haline katıla katıla gülebildiğin kişidir dostun...
Yeri geldiğinde çocuğun gibi azarlayabildiğin yeri geldiğinde göğsüne bastırabildiğindir dostun...
Yanında yakınında olması gerekmez...
Ağladığında aranda kilometrelerde olsa yanında hissettiğindir dostun...

Aramızda km'ler var belki seninle...
Belki zaman zaman hayat telaşından seni unuttuğumu düşünüyorsun,belki bana kızıp kırılıyorsun...
Ama biliyorsun...
Gözünden düşen her damlada...
İçinden geçen her cümlede...
Güldüğün her anıda...
Sövdüğün her adamda...
Gittiğin her yerde...
Gitmek istediklerinde...

ben varım...
ben hep ordayım...
ben hep yanındayım...
D.D.Y

26 Ekim 2010 Salı

hayat kocaman bir kahkaha...


ne keyifli bir haftasonuydu...
işte hep istediğim hayat bana kalsın formuydu...
yapılacaklar listesi yoktu...

uyanıruyanmaz ilk onun gülümseyen yüzü...
birlikte yapılan mükellef bir kahvaltı...
elele yürüyüş...
sonra tekrar eve dönüş...
aburcuburlarımız kucağımızda dvd keyfi...
birlikte mutfakta bişiler pişirmece...
pişirilenleri yemece..
arkadaşları toparlayıp lunaparka gitmece...


ne keyifli bir haftasonuydu...
lunaparkta sevdiğin ve dostlarınla
20 yıl geriye sarıp,
çığlıklara karışan kahkahalara eklenen adrenalin...
yüzüne vuran buz gibi rüzgar...
kahkahadan mı rüzgardan mı anlayamadığın gözlerin yaşarması...

sonra her zaman gittiğin
her gittiğinde kendini evinde hissettiğin o yer de
bütün sorumluluklarını unutup
sıkıntılarını üzerinden atıp
sadece anlatılan kelimeleri anlamaya çalışıp
söylenmemesi gereken kelimeleri söyleyip
çaktırmadan 3 den fazla pas geçip
ve hatta kum saatinde hile yapıp
saatlerin nasıl geçtiğini anlamadan sabah ezanıyla kendine gelip
o tatlı yorgunlukla yine sevdiğinin kollarında yüzünde kocaman bi sırıtma...
ve rüyalarında TABU da anlatamadığın kelimeler üzerinde çalışıp...
gece uyanıp üşümüş ayaklarını sevdiğinin ayaklarında ısıtıp,
kokusunu içine çekip yine kocaman sırıtıp en huzurlu uykuya dalma...

hayat bu işte yaa...
D.D.Y

23 Ekim 2010 Cumartesi

...anlam,mana,mania,meal...




sonbahar geldi ya hani...
yapraklar dökülmeye...
soğuk rüzgarlar esmeyede başladı...
beklenmedik zamanlarda yağmurlar yağmaya başladı...
trençkotlar çıktı kaldırıldıkları yerlerden...
çizmeler ayağa geçti bile...

yani genelde optimist bi tipimdir ya ben...
bulurum mutlaka her talihsizliğin içinde eğlenecek gülecek bişeyler...
diyorum ki şu mevsim değişikliklerinde de bulabilsem...
mesela sonbaharı keyifli hale getirebilsem...
cebimde kendi güneşimle gezsem...

düşünüyorum düşünüyorum yok...

ilkbaharda tomurcuk açan bi ağaç,
duvarlardan filiz vermiş bir çiçek,
sana özlemle göz kırpan bir güneş,
ışıl ışıl parlayan masmavi bir deniz,
yeni doğmuş bir kedi yavrusu,

hepsi sana işte bak hayat var derken,yaşamayı simgelerken

sonbaharda dökülen yapraklar,
sadece dalları kalmış bir ağaç,
bırakın duvarda filiz vermeyi,yeşerdiği toprakta can çekişen bir çiçek,
kaçarcasına uzaklaşan göçmen kuşlar,
yaprakları savura savura esen bir rüzgar,

hepsi sana işte bak bu hayatta ölümde var vedada var demiyor mu?

enteresandır belki ama bana sanki doğa bizi eğitmek istercesine kurmuş düzenini gibi geliyor...

çocukluğumdan beri anlamlar ararım ben,kendimce yorumlar yaparım.en sevdiğim oyundur belkide,

mesela 4 yaşındayken anneanneme ben hayatın sırrını çözdüm diyerek koşmuşum,ve demişim ki

hayat bir çocuğun rüyasıdır...

ne demek mi bu.yaşadığım hayatın bir çocuğun rüyasında geçtiğini düşünmüşüm ya bir çocuğun oyuncakları olduğumuzu...

hiç vazgeçmedim anlamlar aramaktan;

duvardaki çatlaklardan,gördüğüm rüyalardan,arabada yolculuk ederken bi an gördüğüm tabeladan,denizdeki dalgalardan ve aklıma gelmeyen tonlarca şeyden...

hala en sevdiğim oyundur...
hala en sevdiğim huyumdur...
merak etmek gerek,hayatı anlamlandırmak gerek,sormak gerek sorgulamak...
D.D.Y

21 Ekim 2010 Perşembe

?



mutlu olmanın bir sırrı var mıdır acaba?

az şey istemek mi...
beklentileri küçültmek mi...
ama neye göre kime göre...
mesela iki bebek haberi alıyorum...
bir mutlu anne adayı, bir çaresiz mutsuz...
şimdi haber aynı haber
ama kadınlar farklı
beklentiler farklı
şartlar farklı
ve bu bağlamda sonuç farklı...

peki şimdi mutsuz olmamız tamamen bizimle mi alakalı ?

üniversiteyi başka bir şehirde okudum ben...
18 yaşında başka bir şehirde tek başımaydım...
o güne kadar hiç bankaya gitmemiş,hiç yemek yapmamış hiçbir sorumluluk almamıştım...
ama alelacele alınmış bir kararla
ailemin tüm engelleme çalışmalarına rağmen
gittim...

yolunu kaybetmiş çirkin ördek yavrusu...

işte o zamanlarda kendimi tanıma telaşına kapıldım...
sınırlarımı zorlamaya alıştım...
yapamam dediğim çok şeyi yapmaya zorladım...

ve o günlerden bana kalan şey...
hep bi eksik olma duygusu...

yani...

zaman  akıp gidiyor ama ben hala .................... yapmadım.
okunacak tonlarca kitap var öğrenilecek tonlarca bilgi ve gezilecek tonlarca yer
ama ben napıyorum...

her sabah 9 da kalkıyor
işine gidiyor
bütün gün bilgisayar başında kendini köreltiyor...
akşam 7 de işten çıkıyor
8 de eve geliyor...
gerisi aynı işte
hergün her hafta her ay
tıpkı böyle geçiyor...

her aya yeni planlarla başlayıp
büyük hayaller kurup
bir öncekinin aynısını yaşamak bazen katlanılmaz oluyor...

mutluluktan buraya nasıl geldim merak ediyorsanız eğer
işte benim mutsuzluğumda bu

ne yaparsam,nereye gidersem gideyim o gün ne öğrenirsem  öğreneyim ne okursam okuyayım hep bir eksik kalma hissiyatı...

ama daha  
okunacak tonlarca kitap var öğrenilecek tonlarca bilgi ve gezilecek tonlarca yer...


nedir acaba bunun psikolojide ki tanımı?
D.D.Y

20 Ekim 2010 Çarşamba

...



yol ayrımları var hayatta bazen öylesine keskin virajlar...
hayat seçimlerden ibaret...
seçtiklerinle varsın...
seçtiklerin kadarsın...

hadi be sevgili şimdi gel hemen bir saniye bile bekletme beni...
bu yazı bile yarım kalsın...
üç noktalarla donansın...
herkes istediği sonu yazsın...

hadi gel be sevgili elinde çiçeklerle...
hadi gel be sevgili yüzünde gülücükle...
aç kollarını kocaman...
sar arasında...
ne yağmurdan ıslanayım,ne rüzgardan savrulsun saçlarım...

hadi gel sevgili topla dağılmış sevdiğini...
D.D.Y

18 Ekim 2010 Pazartesi

...

bir adam keşfettim...
içime işliyor resmen...
beni benden iyi tanıyor sanki...
bi adam keşfettim...
içimi okuyor sanki...

onu dinliyorum şu sıralar bol bol...
iyi geliyor bana
işteburda
sizde bi dinleyiverin bence...
D.D.Y

15 Ekim 2010 Cuma

hayatım içimden geçen cümleler içinde geçti...
















tatile gidesim var...
gitmeden önce 1 hafta evimde keyif yapasım...
hele şu yağmurlu kasvetli havalarda...
müziği açıp battaniyeme sarılıp...
kitap okuyup uyuklayıp...
uyanıp yemek yiyip...
bulmaca çözüp uyuklayıp...
uyanıp sicak çikolata içip...
müziği kapatıp dvd izleyip...
sabah kalktığım pijamalarımla günü tamamlayasım var...

buna depresyon diyor bazıları ama bence sadece yorgunluk...

depresyonda değilim ama yorgunum...

işe gitmekten yorgunum...
eve gelebilme telaşından yorgunum...
kilo verebilme telaşından yorgunum...
bitmek bilmeyen düğün nikah kına gecesi merasimlerinden yorgunum...
kafamın içindeki tilkilerin koşturmasından yorgunum...
fatura ödemekten yorgunum...
gelecek planlarından yorgunum...
hastalık haberleri dinlemekten yorgunum...
kanserle mücadele fikrinden yorgunum...
babamı kaybetme korkusundan yorgunum...

yorgunum yorgunum yorgunum...
ama depresyonda değilim biliyorum çünkü
düzelecek herşey...
bugün beni yoran herşey yerini binbir güzelliğe bırakacak
inanıyorum...

şimdi abantta olsam...
göl kenarında sevdiğimin kollarında dökülen yaprakları saça saça
öpüşüp koklaşa
en romantik şarkılar kulağımızda
yürüsek uzun uzun...

sadece ikimiz olsak...
sadece kuşlar...
sadece böcekler...

iyi ki varsın sen sevgili...
iyi ki elimi tutuyorsun...
iyi ki gözümün içine her baktığında beni milyonlarca kez seviyorsun...
ve iyi ki seviliyorsun...
D.D.Y

14 Ekim 2010 Perşembe

yağmur yağmur yağmur...

ne çok yağmur yağdı bu yıl...
bazen diyorum eyy Allah'ım bütün rahmetini aynı güne sığdırmak zorunda mıydın?

oldum olası nefret ederim yağmurlu havalardan. çok keyifli olduğum yağmurlu bir gün hatırlamıyorum hiç...yaz yağmurları dışında...
bi o kadar da severim halbuki yaz yağmurunu ne yaman çelişkidir bu böyle...
benim sorunum havadan gelen su damlacıkları değil,güneşi görmemi engelleyen kara bulutlar...
güneşli bir günde doğdum diye mi bilinmez ama onsuz mutlu olamıyor bu beden...
güneşi göremediği günlerde yataktan bile çıkmak istemiyor...

ıslanmaktan üşümekten kat kat giyinmekten nefret ediyor...

hele de istanbul'da bir sabah işe yetişme telaşındaysa...

ve bütün yaz otobüs minibüs kullanan yurdum insanının gökten gelen su damlaları karşısında taksileri kapışması neticesinde ortada kalmışsa...
caddenin kenarında kibritçi kız edasıyla aynı anda  tek bir şemsiyeyi yoldan saçılan çamurlara ve tepemden boşalan yağmur sularına siper etmek zorunda kalmışsa...
beklenen boş taksi bir türlü gelmiyorsa...
işe geç kalmışsa...
hele bir de  acıkmışsa...
D.D.Y

13 Ekim 2010 Çarşamba

Ekim ayı Kanser ayı...



Ben geçtiğimiz yıl öğrendim ekim ayının kanser ayı olduğunu...Yazık ki ancak başımıza geldiğinde öğrendim...Yazık ki bu iş başımıza gelene kadar bu denli hassasiyet gösteremedim...
İnsanoğlunun yeni yaşam tarzı mı bu kadar uzaklaştırdı bu kadar umursamazlaştırdı bilmiyorum...
Her sabah kendi dertlerimizle uyanıp,her gün kendi mücadelemizle uğraşıp her akşam kendi yorgunluklarımızla uyur hale geldik...Kaçımız biliyoruz yan komşumuzun derdini tasasını...
Nasıl böylesine bencilleşebildik...
Nasıl bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncı olduk...
Ben henüz 28 yaşındayım...Ama çocukluk anılarımda çok net bir kare vardır...Komşularımızın bize geldiği annelerimizin sabah kahvesinde dertleştiği çoğu zaman birbirlerinin dertlerine birlikte gözyaşı döktüğü...
Çok net hatırlıyorum aralarında para birleştirdiklerini...
Çok net hatırlıyorum evlenecek kızların çeyiz hazırlıklarının birlikte yapıldığını...
Eşlerini,evlerini,çocuklarından dertlendiklerini,ve bunu tüm dürüstlükleri ve samimimetleriyle paylaştıklarını hatta...
Şimdilerde yan komşumuzu tanımıyoruz.Aç mı tok mu bilmiyoruz.
Çok yakın 3-5 dosttan ailemizden başka kimselere derdimizi dökemiyoruz. Hatta belki de kan kusup kızılcık şerbeti içtik diyoruz...
Nasıl oldu bu yalınlaşma bu yalnızlaşma anlam veremiyorum...
Ama neticede ben de bu düzenin bir parçasıyım artık çok çok üzülsemde...

Bu ay kanser ayı...

Bilir misiniz bu ülkede bir çok kanser hastası mali yetersizlikler nedeniyle tedavi olamıyor...
Bilir misiniz bu ülke vatandaşına hayatı boyunca kullanması gereken bir ilacı muadili olduğunu varsayıp ancak 3 ay reçeteli  karşılıyor...
Bilir miniz bu ülkede bir çok kanser hastası hastanelerden bulaşan enfektif hastalıklar sonucu hayata veda ediyor...
Bilir misiniz bu ülkede devlet hastanelerinde onkoloji servislerinde kemo. alan bağışıklık sistemi altüst olmuş hastalar 6 kişilik koğuşlarda yatıyor...
Bilir misiniz kanserle mücadelede saatler önemliyken bu ülkede kanser hastaları 3 ay mr röntgen tomografi sırası bekliyor...
Bilir misiniz 8.000 dolarlık bir ilacı kullanmanız gerektiğini bilirken artık tek şansınızın bu olduğunu öğrendiğinizde devletin bunu kabul etmeyeceğini gördüğünüzde yaşanan çaresizliği...
Bilir misiniz 8 kür kemo tedavisinin yaklaşık 400.000 TL olduğunu...
Bilir misiniz kemoterapinin ne kadar ızdıraplı olduğunu...
Bilir misiniz bir organınızdan vazgeçminin ne demek olduğunu...
VE bilir misiniz sevdikleriniz bunları yaşarken çaresiz kalmanın ne olduğunu...

Biliyoruz diyoruz ama aslında hiçbirşey bilmiyoruz...
Taa ki hayat bize sarsıcı bir tokatla bunların hepsini birer birer yaşatana kadar...


Dilerim kimseler yaşamaz bu sancılı hastalığı...Dilerim kimseler kaybetmekten böylesine korkmaz sevdiklerini...
Dilerim bu devran değişir...Dilerim tüm kanser hastalarını Allah sevdiklerine bağışlar herbirine acil şifalar verir...

Hayatını kaybetmiş ya da mücadele eden her bir kanser hastası , aile üyesi ya da arkadaşı anısına ve savaşmaya devam edenlerin onurlu mücadelesi adına sevdiğiniz kanserli ya da daha önce bunu yaşamış birisi adına birşeyler yapalım mutlaka...
D.D.Y

9 Ekim 2010 Cumartesi

KANSER günlüğü 2




Kanser...
İnsanoğlunun hep yanında yakınında hatta bedeninin biryerlerinde varolan ancak insanın kendine yakıştıramadığı gerçek...
Hangimizin aklından geçmiyor yakalanacağı korkusu ama aynı zamanda hangimiz benim başıma gelmez diye de geçirmiyor içinden...
Fast food besleniyorken...
Vücudumuzu masa başı yaşamaya alıştırıyorken...
Her grip olduğumuzda türlü türlü ilaçlar kullanıyorken...
Manavdan aldığımız domatesi evde bir güzel yiyorken...
Bulaşık makinesinden çıkmış pırıl pırıl tabaklarımızla yemek servis ediyorken...
Çamaşır makinesinden çıkmış cici bici elbiselerimizi üzerimize giyiyorken...
Ve hatta KANSER'den bahsederken canımız sıkılıp Sigara içiyorken...

Biz de hep korktuk başımıza geleceğinden,hep bildik yanımızda yakınmızda varolduğunu ancak bir tarafımızda hiç konduramadı bu hastalığı. Hem çok yakınken hem çok uzak sandık...

Ve o gün gelip çattığında,yüzleşmek istemediğim türlü türlü gerçekle defalarca yüzleştik...

Babacığıma kanser teşhisi konuldu onlarca çektiği sıkıntının ardından...Daha önce hiç duymadığım bir çeşidi Multiple Myeloma denilen...

2 yıl oldu bu gerçekle yaşamaya çalışıyoruz. 2 yıl oldu tonlarca badireler atlatıyoruz.2 yıl oldu anlamsız gözlerle bu ülkenin sağlık sistemini algılamaya çalışıyoruz...

Çok şükür ki özel sağlık sigortası yaptırmayı akıl etmişiz.Çok şükür ki her ay ödenecek o rakam bütçemizi aşmamış.Çok şükür ki babacığım 2 gömlek az giyerim ama sağık sigortası yaptırırım diyebilmiş...

Eğer olmasaydı başedemezdik çünkü...Bu ağır mücadeleye bir de hesaplar kitaplar,mali sıkıntılar eklense ayakta kalmazdık...

Teşhisimiz GATA 'da konuldu, o hastanede çok zorlu 2 ay geçirdik...Askeri hastane olduğundan babamı her istediğimizde ziyaret edemedik,odalar yemekler gibi fiziki koşullar gerçekten daha önce doktorumuzun bizi uyardığı kadar vardı.Ancak bunların yanında hemşiresinden doktoruna çok profösyonel bir teknik kadro da vardı...Teşhisimizden sonra tedavinin devamı için hijyenik koşullarda kemoterapi görebilmesi için Maslak Acıbadem Hastanesi'ne geçtik.

8 kür Velcade adında bir kemo. ilacı kullandık...Tabi şu an burada kısa cümlelerle anlattığım tüm bu gelişmeler bizim için  aylar boyunca çok ağır bir süreçti...Anneme sorsanız belki de ömrümün en uzun 2 yılı der geçirdiğimiz bu 2 yıla...

Kemo tedavisi gerçekten çok zorlu bir süreç biz biraz daha şanslıydık sanırım çok iyi bir ilaçla başlamışız tedaviye sevgili doktorumuz Ahmet Bey sayesinde...Ancak bizim bazı handikaplarımız vardı tedavi sürecinde bizi daha da zorlayan...

Biz hastalığı farkedene kadar hastalık babamın böbreklerini iflas ettirdi,diyalize bağlandı,sebebi hastalıktan ötürü kemiklerde kalsiyum ve potasyum kaçağı oluşması ve kalsiyum ve potasyumun babamın böbreklerini tıkaması sonucuyla böbrekler iflas etti.

Böylesine dirençli bir hastalığı böbrekten değil karaciğerden atılan 3 - 5 ilaç ile devam ettirmek zorunda kaldık...Teşhis konana kadar perişan olmuş bir bünye ile böylesi bir hastalıkla başedilmek adına çok çaba serfetti...

Ama benim öyle bir babam var ki...

O hep gülen gözlerle , sapasağlam bastı ayağını yere...

Biz yıkıldık ...Yine o kaldırdı bizi yığıldığımız yerlerden...

Yine o tuttu ellerimizden...



ps.devamı gelecek
D.D.Y

6 Ekim 2010 Çarşamba

Multiple Myeloma(multipl myelom)KANSER...


























Önemsiz sandığımız bir sırt ağrısıyla başladı herşey...
Nunum(babam),herşeyim,ilk aşkım artık daha tahammülsüz daha güçsüz daha halsiz ve en kötüsü hep gülen yüzü daha keyifsizdi...Sırtı ağrıyordu,sık sık grip oluyor,kendini halsiz hissediyor,yediği hiç bir yemeğin tadını alamıyor.Ağzımın içi şap gibi diyordu sık sık.Gitmediğimiz doktor kalmadı.Kimi fıtık dedi,kimi böbrek taşı...Hatta böbrek taşını kırmaya kalkıştılar hiç gereği yokken,hastalığını korkunç biçimde hızlandıracak ilaçlar verdiler ve benim hayatımın anlamı nunumm bir ayda 15 kilo verdi,her geçen gün daha kötüleşti.Ellerimizden kayıp gidiyordu ve hiçbişey yapamıyorduk.
Sonunda bir doktor önerdiler ona gittik,bizden onlarca tahlil,sintigrafi ve daha bir sürü şey istedi.Babacığımın kalan son takatıyla yaptırdık hepsini,elimizde tahlil sonuçları,gittik muayehanesine doktorun.Giderken eller,dudaklar ve dizler titrer bi taraftan çünkü biliyoruz cidden ters giden birşeyler var.Ama üçümüzde de inanmak istemeyen bir taraf.İnsan konduramıyor sonuçta ne kendine ne sevdiklerine
Muayehane'de sıramızı bekledik babacığım çok hasta olmasına rağmen her zaman ki gibi bizi rahatlatmak için türlü şirinlikler yapıyordu.Bir tarafımız çok korkarken bir tarafımız reçetimizi alıp buradan çıkıp ilaçlarını içen babacığımızın eski sağlığına kavuşacağına inandırıyorduk.
Sıramız geldi doktorun odasına girdik,doktor bizi görünce yüzünde allak bullak bir ifade oluştu.Üçümüzüde oturttu,çok gergin olduğu her halinde belliydi.Söze nasıl başlayacağını bize nasıl anlatacağını bilemez bir halde elimizdeki sonuçlara bakıyordu.Aslında sonuçları bizden önce hastaneden almış hatta doktor arkadaşlarıyla konsültasyon bile yapmışlardı.sonradan öğrendik.Saçlarıyla oynuyordu,hmm şimdi şimdi diyordu ama arkasını getiremiyordu bi türlü.Sonunda "teşhisi koyamadık ama şüphelendiğimiz bir hastalık var emin olmak için yapılması gerekenlerde var ancak bizim şu anda hepsinden daha önemlisi yapmamız gerekenler var,çünkü durum pek içaçıcı değil.Sizi çok acil hastaneye yatırmalıyız."diyebildi...
Bakamadık birbirimize bir süre,insanın korkularıyla yüzleşmesi böyle birşeydi işte,hani o programlar var ya fear factor falan yalan hepsi,o an hissettiğim korkunun bir tarifi olamaz,eminim muadilide yoktur zaten.
Sonunda kafamı kaldırabildim babama bakabildim.Hayatımda ilk kez babacığımı çaresiz ve korkmuş gördüm.Darmadağın oldum.Hiçbir cevap veremedi ne yatarım diyebildi ne yatmam.Sadece ne zaman dedi.Doktor hemen şimdi dedi.
Kendisi GATA'nın doktoruydu.Sosyal güvencemizi sordu.Özel sağlık sigortamız var,aynı zamanda emekliyim dedi babam.Bize GATA'yı önerdi doktor.Fiziki koşulları özel hastane kadar iyi olmasada teknik kadrosunun çok iyi olduğundan bahsetti.Karar sizin dedi.Onlarca doktor gezip ilk kez sorunun cevabına bu kadar yaklaşmış bir doktor olduğundan güvendik kendisine GATA 'da yatmayı kabul ettik.Alelacele kalktı masasından hemen oda hazırlatım size dedi.
Odadan çıktı annem peşinden gitti,babamsa anlamsız ve çaresiz bakışlarla olayın çok dışından izliyorudu.Kalkacak,konuşacak gücü kalmamıştı.
Bende annemin peşinden gittim,doktor nöbetçi doktor arkadaşına acil yapılması gerekenleri sıralıyordu,onlarca tıbbi terim içinden anlayabildiklerimi seçip,neler olduğunu kavrayabilmek adına.Metastas şüphesi dedi anladığım ama anlamak istemediğim o kelimeyi duyar duymaz yıkılmıştı tüm ümitlerim,kolum kanadım kırılmıştı.Boğazıma koskoca bi rdüğüm yerleşmişti.Annemle göz göze geldik.Sustuk...
Doktor odamızı ayarlamış,nöbetçi doktora yapılması gerekenleri anlatmıştı,bize bu gece mutlaka hastaneye yatmamızı tembihleyebildi o da sustu...
Muayehane'den çıktığımızda üçümüz sokağa savrulduk,annem bi yana babam bir yana ben diğer yana.konuşamıyor bakışamıyorduk...Eve geldik.Onlar yukarı çıktılar ben aşağıda kaldım ve ilk kez ağladım hüngür hüngür ağladım...
Annemler hazırlandı,alelacele valizler hazırlandı.Önemli bişey yok,daha kesin değil,araştıracaklar du bakalım göreceğiz neymiş ne diilmiş sözleri eşliğinde hastanenin yolunu tuttuk.
Biz birbirine çok bağlı bir aileyiz bizden önce hastaneye teyzemler ve dayımlar gelmişti bile.Bizleri kapıda karşıladılar.Herkes birbirine sarıldı,İyi olacaksın dediler babama.Babamsa başka bir dünyadaydı...Duymuyor,Görmüyor,Konuşmuyordu...
Hastaneye yattık...
O gece erkek kardeşim kaldı babamın yanında,ben annemi alıp eve geldim.Hayatımın en zor gecesiydi,insan içi katılmış,ağlayarak uyanırmıymış.Uyanırmış.Uyandım...
Ertesş gün ve sonraki ve sonraki ve sonraki günlerce gittik GATA'ya babacığım 2 ay yattı GATA'da ölümün kıyısından kurtardılar onu,ne kadar teşekkür etsek azdır.20 gün boyunca 2000 test yaptılar babama bu süreçte iflas etmiş böbrekleri için diyalize girdi.Ona en çok diyaliz dokundu.Allah tüm diyaliz hastalarına acil şifalar bol bol sabır versin.Çok zor...
Sonradan anladık işi hastalığı öğrendikçe anladık ne kadar büyük bir badire atlattığımızı babamı o doktorun ölümün kıyısından kurtardığını.Referans değerleri 1,06 olması gereken kreatin değeri babam hastaneye yattığı gün 16,5'muş.Eğer o gece diyalize girip kanı temizlenmese komaya girecekmiş ve kurtuluşu yokmuş.
Sonradan öğrendik hepsini...
Önce tanıyı koydular 2000 testten sonra hiç isyan etmedi babacığım taa ki ilik örneği alınana kadar artık kaldıracak,dayanacak bu belirsilikle baş edecek gücü kalmadığından o gün ilk kez ağladı babacığım...biz yokken...anneme sarılıp ağladı...için için ağladı...
Teşhis kondu sonunda...Multiple Myeloma(multipl myelom)KANSER...

ps.devamı gelecek...
D.D.Y